Para Politikası ve Faizlerin Ekonomi’ye Etkileri Üzerine Hipotezler
ÖZET
Bu çalışmada faizler üzerine hipotezler geliştirilmiş alıntılar ile desteklenmiştir. İktisatta matematik kullanımı haklılığı savunulmuş ‘Rasyonalite de Bireysellik Teorisi’ geliştirilmiştir. ‘Reel Para Balansına Nominal Faiz Etkisi Teorisi’ geliştirilmiş dinamik analiz de neden para arzı arttığında reel para balanslarda aynı oranda genişleme olmadığı açıklanmıştır. ‘Bireyin Faiz Esnekliği Teorisi’nde ise bireylerden yola çıkarak toplumların dışlama etkilerine verdiği cevabı ve hangi yöntemin izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Son olarak dünyanın doğal düzenin de ve elbette iktisadi yapı da ‘Rastgelelik’ olmadığı vurgulanmıştır. Bunun ile beraber iktisat ve tıp alanları birleştirilerek bilişsel psikolojinin insan zihnindeki etkisi neticesinde bireylerin para politikası ve faizlere karşı tepkileri ölçülmüştür.
SUMMARY
In this study, hypotheses on interest rates were supported by developed quotations. The theory of individuality in rationality has been developed. In Dynamic Analysis, 'Theory of Nominal Interest Effect on Real Money Balance' is explained. The Flexibility Theory of the individual emphasizes the answer to the exclusion effect of societies and the method to be followed. Finally, it was emphasized that the natural order of the world and of course economic structure is not 'random'. In addition, by combining the fields of economics and medicine, the effects of cognitive psychology on the human mind have been measured and the reactions of individuals against monetary policy and interest rates have been measure.
İÇİNDEKİLER
1. TEORİK YAKLAŞIMLARDA AKTARIM MEKANİZMASI 3
1.1. KEYNESYEN GÖRÜŞ: 4
1.2. MONETARİST GÖRÜŞ : 5
2. DİNAMİK ANALİZDE DURAĞAN-DURUM VE DENGE ANALİZİ 7
2.1 KLASİK MODELDE ENFLASYON 7
2.2 KARŞILAŞTIRMALI DURAĞAN DURUM 8
3. DIŞLAMA ETKİSİ 9
3.1. KEYNESYEN GÖRÜŞ ; 9
3.2. MONETARİST GÖRÜŞ ; 10
3.3. BİREYİN FAİZ ESNEKLİĞİ (DUYARLILIĞI) HİPOTEZİ 10
4. J.M.KEYNES’İN BELİRSİZLİK HAKKINDA GÖRÜŞLERİ 11
4.1. POST KEYNESYEN İKTİSATTA BELİRSİZLİK 12
4.2. ERGODİK VE ERGODİK OLMAYAN ZAMAN 12
4.3. POST KEYNESYEN EKOLE ELEŞTİRİ : TÜMEVARIM YÖNTEMİ ‘FAİZLERİN BELİRSİZLİĞİ VE TOPLUMUN DAVRANIŞI ÖRNEĞİ’ 13
5. DAVRANIŞSAL İKTİSAT 14
5.1. ERKEN NEOKLASİK İKTİSATTA PSİKOLOJİ 14
5.2. DAVRANIŞSAL İKTİSADIN ORTAYA ÇIKIŞI : ESKİ DAVRANIŞSAL İKTİSAT 16
5.3. DAVRANIŞSAL İKTİSATIN GELİŞİMİ : YENİ DAVRANIŞSAL İKTİSAT 17
5.4. İKTİSAT VE PSİKOLOJİ ORTAKLIĞININ KAVRAMSAL BOYUTU 18
5.5. ‘DAVRANIŞSAL İKTİSATA YAKLAŞIM : RASYONALİTEDE BİREYSELLİK HİPOTEZ, MATEMATİK KULLANIMI SAVUNMASI VE FAİZLER ÖRNEĞİ; 19
5.6. FAİZLER ÖRNEĞİ ; BELİRSİZLİK , PSİKOLOJİK ETMENLERE MATEMATİK KULLANIMI UYGULAMASI 22
6. 2008 KRİZİ SONRASI PARA POLİTİKASINA TERCİHEN MALİYE POLİTİKASI GENEL TEORİ ANALİZİ 23
6.1. KÜRESEL KRİZ VE MALİYE POLİTİKASININ ARTAN ÖNEMİ 27
7. EKONOMİK KRİZLER VE NÖROİKTİSAT İLİŞKİSİ VE FAİZLER ÖRNEĞİ 29
7.1. NÖROEKONOMİ İLE FİNANSAL BALONLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ 30
7.2. KÜRESEL KRİZLERİN DAVRANIŞSAL FİNANS AÇISINDAN İNCELENMESİ 31
7.3. NÖROİKTASAT ÜZERİNE BİR HİPOTEZ : SEZGİ VE BEYİN ÖDÜL YOLU 34
7.4. NÖROİKTİSAT VE FAİZLER İLİŞKİSİ 35
GİRİŞ
Para politikası ve faizlerin işlevleri ve işlevlerini etkileyen nedenleri incelediğimiz makalemizde hem bir çok ekolün görüşüne yer verilmiştir hem de aynı zaman da teoriler oluşturulup değerlendirilmiştir.
Bahsi geçen teoriler şu şekildedir ;
1- Rasyonalitede Bireysellik Teorisi
2- Reel Para Balansına Nominal Faiz Etkisi Teorisi
3- Bireyin Faiz Esnekliği Teorisi
4- İktisatta Matematik Kullanımı Haklılığı ve Rastgelelik Olmama Varsayımı
Bu teoriler , alıntılar aracılığıyla açıklanmış ve kanıtlanmaya çalışılmıştır. Çalışmalar birden çok alanda faizlerin nasıl bir yapıya sahip olduğunu ve neden sonuç ilişkileri ile temelini anlamaya dayanmaktadır.
LOGİN
In our article which examines the reasons that affect the functions and functions of monetary policy and interest rates, both the opinions of many schools are included and the theories are formed and evaluated at the same time.
These theories are as follows;
1- Theory of Individuality in Rationality
2- Nominal Interest Effect Theory on Real Money Balancing
3- Individual Flexibility Theory
4- Mathematical Function in Economics and Non-Random Assumption
These theories have been explained and proved through quotations. The studies are based on understanding the nature of the interest rates and the cause and effect relations.
1. TEORİK YAKLAŞIMLARDA AKTARIM MEKANİZMASI
Para politikalarının ekonomiyi en azından kısa dönemde etkilediği, genel kabul gören bir görüştür. Ancak para politikalarının ekonomiye aktarımını sağlayan kanalların nispi önemi hakkında aynı görüş birliği sağlanamamaktadır. Bununla beraber Para Politikasının reel ekonomiye etkileri genel olarak Keynesyen ve Monetarist görüş ile açıklanmaktadır.
1.1. KEYNESYEN GÖRÜŞ:
Keynesyen teoride likidite tuzağı olmadığı sürece para arzındaki değişikliklerin reel faiz oranları ve ekonomik aktivite üzerine etkileri olduğu savunulmaktadır. Keynesyen görüşte iki aktif bulunmaktadır. Bunlar ; Para ve Tahvildir. Para Politikası bankaların rezerv arzlarını etkileyecek şekilde bir faiz oranı belirlenimi ve açık piyasa işlemleri ile yapılmakta olup para politikasının ekonomiye aktarımı bireylerin uzun vade faiz bekleyişleri ile arz ve taleplerini şekillendirmeleri sonucu , uzun vade reel faiz oranları ile kısa vade nominal faiz oranı arasında bir ilişki mevcuttur. Bu ilişki iktisat disiplininde ‘bekleyişler hipotezi’ olarak ele alınmaktadır.
Keynesyen yapısal modeller de para politikası aktarım süreci para arzından toplam harcamalara doğru hareket etmektedir. Buna göre para arzı değişimleri faiz oranlarını etkilemekte, faiz oranlarındaki değişimler ise yatırım ve dayanıklı tüketim malları harcamaları üzerine etkide bulunmaktadır (Mishkin, 2004:604).
IS-LM modelinde para arzındaki bir düşüş Likitide Tercihi Teorisine göre faiz oranlarını arttırmakta , para arzındaki bir artış faiz oranlarını düşürmektedir. (Negatif yönlü ilişki mevcuttur.) Bunun doğal sonucu olarak tasarrufun ve borçlanmanın bir bileşeni olan faiz sermeye ve yatırım hareketlerini etkileyebilmektedir. Burada sözü edinilen faiz tahvil faiz oranıdır. IS-LM modeli salt faiz kullanarak ekonomiyi dengeye (tam istihdama) getireceğini savunur.
Para balansları ile finansal aktiflerin ikame esnekliği bize faizin büyüklüğünün ekonomiye etkisi hakkında bilgi verir. Para balansları ile finansal aktiflerin ikamesi büyük ise faizdeki değişimler daha küçük olmalı , küçük ise daha büyük olmalıdır.
(Negatif yönlü ilişki içerisindedir.)
Keynesyen Ekolde para politikası faizin bir ürünüdür ve burada bahsi geçen faiz tahvil faizleridir. Keynesyen görüş uzun vadede para politikasının etkinsiz , maliye politikasının etkin olduğunu kabul eder.
1.2. MONETARİST GÖRÜŞ :
Monetarist yaklaşım da para politikası yalnızca faizi düzenlemekten ibaret değildir. Monetarist yaklaşıma göre para arzındaki artış doğrudan talebe etki ederek talep düzeyini arttırır. Ancak bu ürünün oluşması için sistemde talebin para arzındaki değişiklere bağlı olması gerekir.
Faiz oranlarının talep düzeyi üzerindeki etkileri, Klasik iktisatçılar tarafından dolaylı bir mekanizma çerçevesinde açıklanmıştır. Buna göre; 1. Artan para miktarı fiili para miktarını arzu edilen düzeyin üzerine çıkarır. 2. Fazla para, fon piyasalarına arz edilir. 3. Fon piyasalarında finansal varlık fiyatları yükselir, faiz oranları düşer. 4. Düşen faizler harcamaları ve fiyatları arttırır. Neoklasik iktisatçılarla birlikte dolaylı mekanizma süreci olgunlaştırılarak parasal değişimlerin etkileri kısa ve uzun vade olmak üzere ayrı ayrı incelenmiştir (Paya, 2002: 204-205) Monetarist yaklaşım, Neoklasik yaklaşımdan aktarım sürecinde faiz oranlarına yüklenen işlev bakımından farklılaşmaktadır. Monetarist yaklaşımda nominal faiz oranları Fisher’i takiben, reel faiz oranları ile beklenen enflasyonun toplamından oluşmaktadır. Bu noktadan hareketle Monetaristler, uzun vadeli faiz oranlarındaki değişmenin önemli bir kısmının 3 Bkz Hubbart (1995), Bernanke ve Gertler (1995). ∗ kredi piyasalarındaki arz ve talep koşulları tarafından belirlenen enflasyon primini yansıttığı gerekçesiyle para politikalarının reel ekonomik aktiviteye aktarımında faiz oranlarına önemli bir işlev yüklememektedirler (Goodfriend ve King, 1997: 8).
Monetaristlere göre, para politikası değişiklikleri bir yandan para stokunu diğer yerli ve yabancı aktif stoklarına oranla değiştirirken, öte yandan paranın marjinal faydasını diğer finansal aktiflerin ve tüketimin marjinal faydasına oranla değiştirmektedir. Portföy sahipleri, tüm aktifler ile cari dönem üretim ve tüketimlerinin marjinal faydalarını nisbi fiyat oranlarıyla eşitleyerek, dengeyi yeniden kurmaya çabalamaktadırlar. Bu, çok sayıda nispi fiyat, harcama ve aktif portföyü değişikliğini içeren bir süreçtir (Meltzer,1995:52).
Monetarist yaklaşımda para, finansal aktifler ve reel aktifler arasındaki nispi fiyat değişimleri faiz mekanizması çerçevesinde açıklanmaktadır. Başka bir ifadeyle para politikası uygulamaları ekonomiye faiz oranlarının finansal ve reel aktifler üzerindeki etkileri vasıtasıyla aktarılmaktadır. Faiz oranındaki değişimler halihazırdaki aktiflerin fiyatlarını yeni üretimin getirisine ve arz fiyatına göre değiştirmektedir (Brunner, 1989:15).
Monetarist iktisatçılar keynesyen ekolü şu şekilde eleştirir :
İlk olarak IS-LM modelinde sermaye stokuna yapılan yeni yatırımların toplam aktif stoklarında neden olduğu değişiklikler dikkate alınmamaktadır. İkincisi, para politikası aktarım mekanizmasının dayandırıldığı faiz oranının, para talebini etkileyen kısa vadeli faiz oranı mı olduğu yoksa yatırım ve sermaye birikiminin temel belirleyicisi olan uzun vadeli faiz oranı mı olduğu belli değildir. Üçüncüsü, modelde finansal aracı kuruluşların para politikalarının aktarımında işlevi bulunmamaktadır. Bu modelde para ya parasal tabanın kendisidir, ya da doğrudan doğruya parasal tabanın bir oranıdır. Dördüncüsü parayı ikame eden varlıkların, tahvillerden mi yoksa hem tahvil hem de reel sermayeden oluşan aktif bütününden mi oluştuğu belli değildir. Son olarak kısa vadeli faiz oranlarının önemli bir kısmı geçici nitelikte olduğundan, bu geçici nitelikteki faiz oranlarının iktisadi birimlerin harcama kararlarını etkilemeyebileceği gerçeği ile ilgilenilmez. IS-LM analizi bu geçici değişiklikleri reel ve nominal getirilerdeki kalıcı değişimlerden ayırmaz.
Bu eleştiriye dayanarak Monetarist görüş parasal şokların, nispi fiyatlar ve reel para balansındaki değişikliklerle reel ekonomiye aktarıldığını savunur.
Para politikalarının aktarım sürecinde Keynesyen ve Monetarist yaklaşımlar arasındaki farklılık, temelde para ile diğer finansal aktifler ve reel aktifler arasındaki ikame esnekliğinden kaynaklanmaktadır. Keynesyen yaklaşımda paranın diğer finansal aktifler ile arasındaki ikame esnekliği tam iken, reel aktiflerle ikame esnekliği sıfırdır. Bu noktadan hareketle Keynesyen yaklaşımda para politikaları toplam talebi faiz oranları ile etkilerken, Monetarist yaklaşımda ise para ile reel aktifler arasında ikame olanağının mevcut olması, para miktarındaki değişikliklerin toplam harcamaları doğrudan doğruya etkilemesini sağlamaktadır. Bundan dolayı aktarım mekanizması para stokundan harcamalara doğru olmaktadır. (AKLAN, NARGELEÇEKENLER)
2. DİNAMİK ANALİZDE DURAĞAN-DURUM VE DENGE ANALİZİ
Durağan Durum: Durağan durum analizinde bazı değişkenlerin sabit bir büyüme hızında büyüdüğü varsayılır. Diğer bir deyişle, değişkenler zaman içerisinde değişmeyen bir oranda değişim gösterirler.
Durağan durumda varsayım şu şekildedir ; Bireyler belirli oranların farkında olup geleceği hesaplayabilir. Ancak enflasyonun söz konusu olduğu bir ortamda reel ve nominal faiz farklılık gösterecktir.
1+Rt = (1+rt).(1+ πt) = 1+rt + πt+ rt.πt
Burada rt reel faiz oranı, Rt nominal faiz oranı ve πt: t ve t+1 dönemleri arasında beklenen enflasyon oranıdır.
Kısaca ;
Rt = rt + πt
2.1 KLASİK MODELDE ENFLASYON
Para arzındaki bir artış tam anlamıyla fiyatlar genel düzeyine yansır. Bu neden ile klasiklerde kısa vadeli para politikası etkinsizdir.
Matematiksel olarak açıklayacak olursak ; Klasik bir ekonomide, parasal otoritenin para stokunu bir dönemden diğerine æ oranında artırdığını varsayalım. Bu durumda fiyatlar genel düzeyi olan Pt æ oranında büyüyecektir.
IS ve LM
IS LM dengesi için gerekli olan faiz oranı alttadır. ;
Mal piyasası denge faiz oranı fonksiyonu ;
Notasyonu basitleştirmek için G ve T'nin sabit olduğu varsayıldığında;
Rt = £(yt)
Enflasyonu dahil ettiğimiz de ;
Rt: £(yt) + πt
Enflasyonun söz konusu ise para talebi, gelir yanında, reel değil nominal faizin oranının bir fonksiyonu olacaktır. Niçin?
MDt / Pt = L(yt, Rt)
MDt = MSt = Mt
Mt/Pt Reel Para Balansı , Yüzde Değişim lnPt = Yüzde Değişim lnMt = æ = π
Bu fonksiyonun nihayetin LM fonksiyonu ; ‘nominal faiz oranını, gelir düzeyini, fiyatlar genel düzeyi ve para stokunun’ bir fonksiyonudur.
2.2 KARŞILAŞTIRMALI DURAĞAN DURUM
Parasal otorite para arzının büyüme hızını arttırdığında, enflasyonda aynı oranda artacak ve IS eğrisi enflasyondaki artış kadar yukarı kayacaktır. Ancak, yukarı kayan IS eğrisinin, başlangıçtaki LM eğrisi ile kesiştiği nokta yeni durağan durum (D-D) dengesi olamaz. Çünkü bu noktada çıktı doğal çıktı düzeyinin üzerindedir. Yeni D-D dengede çıktı tam istihdam çıktı düzeyine eşit olmak durumundadır. Bu da, ancak, LM eğrisinin sola kayması ile mümkündür. Fakat LM eğrisinin sola kayması, fiyatlar genel düzeyinin ya sıçraması, ya da bir müddet para arzının büyüme hızından daha hızlı büyümesi ile mümkündür. Sonuç olarak, para arzının büyüme hızındaki artış, yeni D-D dengesinde reel balansların daha düşük bir düzeyde gerçekleşmesine yol açacaktır.
REEL PARA BALANSINA NOMİNAL FAİZ ETKİSİ TEORİSİ VE DOĞAL SONUÇ OLARAK PARANIN YANSIZLIĞININ İSPATI
Mt/Pt = L (yt, Rt)
Yani t anında reel para balansı t anında ki gelir ve nominal faiz ile ilişkilidir.
Rt=rt + πt
Yani t anında nominal faiz t anında reel faiz ile enflasyon oranının toplamıdır.
Para arzında ki artış (π1 - π2) nr kadar yüksekse enflasyon o kadar yüksek olacak. Bu neden ile nominal faizler artacak.
Para arzını ne kadar arttırırsak artıralım reel para balansı o denli büyümemekte. Bunun nedeni hipotezim de şu şekilde ;
Enflasyonun yükselmesi durumunda nominal faizler yükselmekte. Bunun ile beraber ekonomik ajanlar yükselen faiz oranlarını değerlendirmek adına paralarını bankaların mevduatlı hesaplarına yatırmakta.
Sonuç olarak reel balanslarda , para arzındaki artış ile enjekte edilen para miktarından daha az para miktarı bulunur.
Bunun yanında nominal faizlerin yüksekliği gerekçesi ile yatırılan paralar , para politikası çarpanı ile daha da büyümekte ve başka bireylere kredi olarak kullanılmakta ancak çekilen krediler yatırım amaçlı değil tüketim amaçlı olmakta. Çünkü faizlerin yüksekliği yatırımı engellemekte. Yatırılan para miktarında daha çok tüketime neden olması harcamaları arttırmakta ve GSYH 'nin yükselmesine neden olmakta ancak gerek reel balansların yükselmemesi gerek kredi kullanan bireylerin yatırım için değil tüketim için kullanması ekonomik büyümede reel bir tabana değil nominal bir tabana dayalı büyümeye neden olmakta. (Bknz miktar teorisi paranın yansızlığı) Ancak bizim bu yaklaşımımız Marshall ve Pigou'ya yani Cambridge okuluna yakın çünkü faizlerin bireyler üzerinde fonksiyonel bir etkisi olduğunu varsayıyoruz.
3. DIŞLAMA ETKİSİ
KLASİK GÖRÜŞ ;
Klasik iktisadi görüşe mensup olanlar, ekonominin daima tam istihdam dengesinde olduğunu, böyle bir durumda ise kamu harcamalarında meydana gelecek artışların, özel yatırımlar üzerinde dışlama etkisi yaratacağını ifade etmişlerdir. Borçla veya vergilerle finanse edilen bu harcamalar, mal ve hizmet talebini artıracak, faiz oranlarını yükseltecek ve sermaye daha pahalı hale geleceği için özel sektör yatırımları da azalacaktır (Ahmed ve Miller, 2000, 124).
3.1. KEYNESYEN GÖRÜŞ ;
Kapitalizmde ekonominin kendiliğinden tam istihdam düzeyinde dengede bulunamayacağını ileri süren Keynes ise, devletin bunu sağlamak için maliye politikası önlemleriyle ekonomiye müdahale etmesi gerektiğine işaret etmiştir (Kazgan, 2000: 224). Keynes’e göre ekonomideki durgunluk sorununun temel nedeni, yatırımların yetersizliğidir. Kamu harcamalarının artırılması, yatırımlar üzerinde dışsallık etkisi yaratarak sorunu giderecektir (Lajugie, 1971, 182-183)
3.2. MONETARİST GÖRÜŞ ;
Monetaristler ekonomide ortaya çıkan istikrarsızlıkların, devletin uyguladığı para ve maliye politikalarından kaynaklandığını belirtmişlerdir. Başka bir deyişle para ve maliye politikaları, dış gecikmelerinin uzunluğuna bağlı olarak istikrar aracı olmaktan çok istikrarsızlık kaynağı teşkil etmektedir. Friedman ve Schwartz tarafından yapılan araştırmalar, monetaristlere para arzındaki değişmelerle milli gelir değişmeleri arasında uzun ve belirsiz bir gecikme olduğunu yani; para arzı ile milli gelir arasında yüksek bir korelasyon olmakla beraber kısa dönemde bu ilişkiyi belirlemenin çok zor olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla ekonomide ortaya çıkan kısa dönemli dengesizlikleri gidermek için para politikası kullanılamaz. Para politikası ile ilgili olarak öne sürülen görüş, maliye politikası için de geçerlidir. Çünkü maliye politikası da uzun ve belirsiz bir gecikme ile etkilerini ortaya koyar ayrıca bu etkiler para politikasına oranla daha zayıftır. Çünkü maliye politikası faiz oranlarını yükseltip özel sektör yatırımlarının dışlanmasına yol açacaktır (Savaş, 1986: 138-139).
3.3. BİREYİN FAİZ ESNEKLİĞİ (DUYARLILIĞI) HİPOTEZİ
Dışlama etkisinin temel sonucu olarak uygulanacak politika için bu teori oluşturulmuştur.
Toplumun Faiz Esnekliği (Duyarlılığı) ; faiz oranın yatırıma eğilimini ne kadar etkileyeceği kat sayıdır bunu ben şöyle değerlendiriyorum b (yatırımın faize duyarlılığı) / h (para talebinin faize duyarlılığı)
B/h > 1 keynesyen model uygulanmalı
B/h < 1 friedman model uygulanmalı
B/h = 1 refah toplumu
Faizlerin bireyler üzerindeki etkisi (bireyin faize duyarlılığı) birey de var olan para miktarı ile doğru orantılıdır. Bu neden ile bir toplumda alt ve orta tabakanın faiz esnekliği 0 a yakındır ancak üst düzeyin sonsuzdur. Bunun ile beraber 0’a yakın olan ortalama keynesyen etkiyi yaratırken sonsuz esnek olan kesim dışlama etkisi yaratacaktır. Bu neden ile dışlama etkisinin büyüklüğü gelir dağılımına bağlıdır. Gelir dağılımının adil olduğu ülkeler de maliye politikası izlenmeli iken pür kapital toplumlarda para istikrarı önemlidir.
Gelir dağılımının adil olduğu ülkeler de keynesyen modelin izlenmesindeki temel neden tabakalaşmaya pekte yerin olmamasıdır.
BELİRSİZİLİK VE YAKLAŞIMLAR
Klasik Görüş ;
Klasik görüşe göre belirsizlik yoktur herkes tam bilgiye sahiptir.
Keynesyen ve Yeni Keynesyen Görüş ;
Keynesyen iktisada göre bilgi asimetrik olabilir ve geleceğe dair belirsizliğin bireyi etkileyebileceğini savunur ancak bu bir problem doğurmaz. Çünkü keynesyen ekol asimetrik bilgiyi ve belirsizliği hesap edilebilir formlarda sunar. Yani belirsizlik elbette olabilir ancak olasılıkları hesaplayarak üstesinden gelebiliriz.
4. J.M.KEYNES’İN BELİRSİZLİK HAKKINDA GÖRÜŞLERİ
Keynes için risk ve belirsizlik farklı kavramlardır. Riskin olduğu durumlarda olayın tekrarlanması söz konusudur ve olayların tekrar etme olasılığı hesaplanabilir ancak
Belirsizlik durumlarında olayın tekrarlanma olasılığı belli olmadığı için hesaplanma yapılamaz.
Olasılıkla ilgili iki temel görüş vardır;
1) Riske bağlı olasılık
2) Belirsizliğe bağlı olasılık
Belirsizlik Keynes için matematiksel hesaplamalardan ziyade bireylerin sezgi ve toplumsal teamüllerinden belirlenen olasılıktır.
Keynes ‘Genel Teoride’ yatırım konusunu değerlendirirken yatırımlar ile uzun dönem beklentiler arasında bir bağ oluşturmuş ve bunu söyle açıklamıştır ;
Yatırım kararı verilirken arz fiyatına ve beklenen hasılata bakılır. Beklenen hasılat düzeyi gelecekten kaynaklı belirsizdir. Bu neden ile birey matematiksel olasılık ile değil sezgi ve hayvani güdüleri ile kararını verir.
Keynes belirsizliği şu şekilde açıklamaktadır;
Örneğin Keynes’e göre rulet oyununda temel belirsizlik yoktur. Ancak Avrupa ülkelerinin aralarında savaş olma olasılığı ya da yirmi yıllık bir süreçte bakır fiyatının ne olacağı bilimsel çerçevede olasılık hesaplarıyla hesaplanabilir konular değildir. (Rousseas,1998;s.19-20)
4.1. POST KEYNESYEN İKTİSATTA BELİRSİZLİK
Post Keynesyen İktisatçılar Keynes’in yazılarını , özellikle 1936 yılında yayınlanan ; ‘İstihdam , Faiz ve Paranın Genel Teorisi’ yeniden yorumlar. Ortodoks İktisat Okulu’nun (NeoKlasik İktisat Okulu) yazılarına karşı çıkarak Keynesyen ekolü devam ettirmeye çalışırlar.
Önde gelen PostKeynesyenler ‘den Paul Davidson üç tür karar alma durumunun olduğunu belirtmektedir(Davidson,1991:s:130-131)
Objektif olasılık durumu ; Burada karar alıcılar geçmişi gelecek için güvenilir bir rehber araç olarak görürler.
Subjektif olasılık durumu ; İçinde bulunan zamanda gerçekleştirilen tercihlerin gelecekteki sonuçlarıyla ilgili bireylerin zihninde beliren bilgiler gelecekteki sonuçları yönetir.
Gerçek belirsizlik durumu ; Bireylerin tercihlerinin alındığı zamanla sonuçların gerçekleştiği zaman arasında öngörülmeyen değişimlerin olacağını bilirler ve gelecekteki sonuçlarla ilgili bugünden elde edilen bilgilere güvenmezler ve bundan dolayı gelecekle ilgili olasılık hesaplarına dayalı bilgi yoktur yani gelecek hesap edilemez. Post Keynesyenlerin kabul ettiği durumda budur. Burada belirsizlikten bahsedilen mutlak anlamda belirsizliktir.
4.2. ERGODİK VE ERGODİK OLMAYAN ZAMAN
Ergodik zaman : Skolastik yani durağan zamandır. Bu zaman çerçevesinde öngörüler mümkündür. İktisadi ajanlar tahmin yürütür. Rasyonel Beklentiler bu zaman çerçevesinde mümkündür.
Ergodik olmayan zaman : Zaman serilerinden elde edilen ortalamaların birbirine eşit olması mümkün değildir bu nedenle mutlak belirsizlik vardır. Mantıklı iktisadi ajan oluşacak hatadan dolayı bu yolu denemeyecektir.
Bu durumlar göz önüne alındığında risk alınmayacak konularda rasyonel beklentiler geçerli olabilir ancak büyük risk taşıyan özellikle makro iktisadi konularda bu yönteme başvurulamaz.
4.3. POST KEYNESYEN EKOLE ELEŞTİRİ : TÜMEVARIM YÖNTEMİ ‘FAİZLERİN BELİRSİZLİĞİ VE TOPLUMUN DAVRANIŞI ÖRNEĞİ’
Belirsizlik altında faizlerin en önemli etkisi bireylerde geçmişe dönük bilgi kullanımı sonucuna ulaşmasıdır. Psikolojinin bir alt dalı olan bilişsel psikolojinin de açıkladığı üzere var olan bilgi ile olasılıklardan en doğru karar seçilir. Bu konuda post keynesyen yapıyı eleştirmemin temel sebebi makro ekonomi gibi önemli konularda rasyonel beklentilerin olmayacağı söylenmesi.
Bir toplumun hareketleri ‘Rastgelelik’ göstermez. Bu şu anlam taşımakta toplumların ya da bireylerin eylemlerinin önceden öngörülebilir olasılık yüzdeleri vardır. Buradan da anlaşılacağı gibi toplumların tekrarlayan hareketlerini inceleyerek olay yaşandıktan sonra toplumun ne yönde reaksiyon göstereceğini bilebiliriz. Bu yönteme ‘Tümevarım’ olarak adlandırmalıyız çünkü varolan durumlardan yola çıkarak bir çıktı elde ediyoruz.
Bir örnek ile somutlaştıralım ;
Faizlerin epey yüksek olduğu ve para politikasının ne yönde belirleneceği belli olmayan bir ortamda toplum faizlerin düşeceğine kanaat getirir. Bunun iki temel nedeni vardır ;
1) Psikolojik
2) Geçmişe dönük öngörüsel
Psikolojik temelin nedeni bireylerin duruma olumlu bakmak istemesinden ötürüdür. Temel bir varsayım olan ve iktisatta kabul gören ‘acıdan kaç ,hazza yönel’ ; ‘Faydacılık Felsefesi’ bunu tam anlamıyla açıklamaktadır.
Geçmişe dönük öngörüsel yetide ise Merkez Bankasının bu politikayı çok kez tekrarlamış olması söz konusudur.
Toplumlar bireyler bütünüdür. Ve toplumun hareketi bireyler bütünün salt çoğunluğunun bir eylemler bütünüdür. Bu neden ile ‘rasyonel beklentiler’ makro ekonomik açıdan ‘rastgelelik’ olmadığı için mümkündür.
5. DAVRANIŞSAL İKTİSAT
İktisat zaman ile diğer bilimlerle ilişkilenmiş ve doğa bilimlerinden etkilenmiştir. Bu da ekonometri ve matematik bilimlerinin iktisattaki yerini arttırmıştır.
Bu durum giderek öyle bir hal almıştır ki insanlar her zaman rasyonel kabul edilmiş ve iktisadın kurumlardan ve tarihten etkilenmesi giderek azalmıştır.
İktisat ve psikoloji bilimleri o kadar yakındır ki ikisi de insan davranışlarını inceler. İktisat ekonomik ilişkileri incelerken psikoloji tüm davranışları incelemektedir. Bu neden ile iktisatta psikolojik bulguları kullanıp yeni teoriler üretebilmek için ‘DAVRANIŞSAL İKTİSAT’ ortaya çıkmıştır.
5.1. ERKEN NEOKLASİK İKTİSATTA PSİKOLOJİ
Erken neoklasik iktisat da klasik iktisat gibi psikolojik konulara önem vermiştir.
Neoklasik iktisadın en önemli bulgusu marjinal faydadır. Bu kavramın temelini, psikolog Ernst Weber (1795‐1878) ve Gustav Fechner’in (1801‐1887) görüşleri oluşturmaktadır. Weber‐Fechner kanunu veya diğer adıyla psikofiziğin temel kanunu, uyaranın fiziksel özellikleri ile duyusal deneyim arasındaki ilişkiyi vermektedir. Bu kanuna göre, ilk orijinal dürtü ne kadar güçlü olursa, ortaya çıkan tepkinin artması için bir sonraki dürtünün daha yoğun olması gerektiği gözlemlenerek, “bir duygu yoğunluğunun aritmetik oranda artması için, dürtünün geometrik oranda artması gereklidir” sonucuna ulaşılmıştır. Bu da günümüzde marjinal fayda olarak bildiğimiz kavramın en temel tanımıdır (Zafirovski, 2001: 437).
Neoklasik iktisatta William Stanley Jevons (1835‐1882), Carl Menger (1840‐1925) ve Léon Walras (1834‐1910) birbirlerinden habersiz olarak ayrı ayrı ülkelerde Bentham’ın fayda yaklaşımını yeniden biçimlendirerek “marjinal fayda” kavramını ortaya atmışlardır (Lewin, 1996: 1297). Bu çalışmaların ortak noktası, değişim değerini belirleyen etkenin “üretim maliyeti” değil, “marjinal fayda” olduğunu öne sürmeleri ve teorilerini bireysel davranışın zevki maksimize, acıyı minimize etme arayışına dayalı hedonik (hazcı) psikoloji temelleri üzerine kurmalarıdır (Angner ve Loewenstein, 2006: 6). Jevons bireysel duyguların miktarlarının karşılaştırıldığı Bain’in çalışmalarından etkilenerek, faydanın zevk ve önlenemeyen acı toplamından oluştuğunu belirtmiştir (Matsuyama, 2009: 4). İktisadın uğraştığı büyüklüklerin sayısal olarak ifade edilebilir olmasının büyük bir şans olduğunu söyleyen Jevons, matematiğe ve istatistiğe büyük önem vermesine karşın, Jevons’un teorisine sübjektif fayda anlayışı hakimdir. Faydanın sübjektif olması nedeniyle ancak “ordinal” bir fayda anlayışıyla karşılaştırma yapılabileceğini, ama bireyler arası bir karşılaştırma yapmanın mümkün olmadığını belirtmiştir (Acar, 2005: 5).
Neoklasik iktisadın temsilcilerinden biri olan Francis Edgeworth’un (1845‐1926) ünlü kutu diyagramı analizinde de bireysel ekonomik davranışların psikolojik temellerine değinilmiştir. 1800’lerin sonunda Edgeworth “haz ölçülebilir ve bütün hazlar orantılıdır” aksiyomunu ortaya koymuştur. Edgeworth hazzın oransallığı için Fechner’in metodunu kullanarak, insanların kararları sonucu sağladığı faydayı ölçmeye çalışmıştır. Edgeworth, belli bir dönemde kişinin faydasının sadece her bir maldan tükettiği mutlak miktarlara değil, aynı zamanda bu miktarların referans noktalarıyla ilişkili miktara da bağlı olduğunu belirtmiştir. Edgeworth bunu intibak kanunu (law of accommodation) olarak isimlendirmektedir. Psikolojik bir kavram olarak kullanılan söz konusu intibak kavramı ise, şimdiki davranışsal iktisatçıların referans bağımlılığını açıklamak için kullandıkları uyum (adaptation) kavramı ile aynı şeyi ifade etmektedir (Bruni ve Sugden, 2007: 152).
Marjinalizmi İtalya’ya getiren Maffeo Pantaleoni (1857‐1924) ise 1898’de, gelir düşüşünün yarattığı istek kısıtlamasına göre, gelir artışı eğiliminin daha kuvvetli yeni istekler yarattığını, yani pozitif gelir genişlemesi ile negatif gelir daralmasının istekleri farklı etkilediğini ifade etmiştir. Pantaleoni’ye göre bir kişinin her hangi bir zamandaki haz ölçeği (hedonic scale) eğilimi geçmiş dönem tüketimine bağlıdır. Pantaleoni’nin buradaki öngörüsü, Edgeworth’un intibak kavramı ile çok benzerdir. (Bruni ve Sugden, 2007: 154).
Mikroekonominin kurucusu sayılan Alfred Marshall da iktisatta psikolojik çalışmalar yapmış iktisatı bir yandan serveti bir yandan insanı inceleyen bilim olarak nitelendirmiştir.
5.2. DAVRANIŞSAL İKTİSADIN ORTAYA ÇIKIŞI : ESKİ DAVRANIŞSAL İKTİSAT
20 yüzyılda kurumsal iktisatçıların yanında, birinci nesil davranışsal iktisatçılar (birinci dalga) veya eski davranışsal iktisatçılar olarak tanımlanan iktisatçılar da (Sent,2004; Angner ve Loewenstein, 2006; Rabin, 2002; Camerer, 1999b) neoklasik teoriye karşı psikolojik temelli eleştiriler yapmışlardır. Davranışsal iktisat terimi de ilk kez bu dönemde 1958 yılında kullanılmıştır (Angner ve Loewenstein, 2006: 1). Eski davranışsal iktisada katkıda bulunan okullar 4 gruba ayrılmaktadır. Bunlar ABD’den Carnegie Mellon Üniversitesi ile Michigan Üniversitesi ve İngiltere’den Oxford Üniversitesi ile Stirling Üniversitesi’dir. Carnegie okulunun odak noktaları sınırlı rasyonalite, tatmin, simülasyon ve firma davranışları iken, Michigan okulu daha çok tüketici davranışları ve makroekonomik sorunlar açısından psikolojiyi kullanarak araştırma yapmıştır. Oxford okulundaki araştırmacılar belirsizlik, koordinasyon gibi unsurların çok önemli olduğunu ortaya koyarken, Stirling okulundakiler, eklektizm ve entegrasyona vurguda bulunmuşlardır. Bu okulların en önemli isimleri olarak Herbert Alexander Simon (1916‐2001), George Katona (1901‐1981), D.M. Lamberton ve Peter Earl sayılabilir (Sent, 2004: 740). Söz konusu okullarla beraber Tibor Scitovsky (1910‐2002), James Duesenberry (1918‐2009), Harvey Leibenstein (1922‐1994) ve Richard Easterlin (1926‐..) gibi iktisatçılar da çeşitli yollardan iktisat çalışmalarını psikolojik temellere oturtmaya çalışmışlardır. Ayrıca Alman iktisatçılardan, davranışsal kamu finansmanı konusunda vergi ve insan psikolojisi arasındaki ilişkiyi inceleyen Günter Schmölders (1903‐1991) ile konjonktür teorisinde psikolojik faktörleri inceleyen W.A. Jöhr de sayılabilir (Frey ve Benz, 2002: 11).
Simon’un (1955) çalışması davranışsal iktisadın temelini oluşturmaktadır. Simon tatmin edici davranışı “optimizasyon yapılmasının olanaksız olduğu veya optimizasyonun hesaplama maliyetine katlanmak istemeyen karar alıcıların, optimal alternatif yerine, kendilerini en fazla tatmin eden alternatifi seçmeleri” olarak tanımlamaktadır. Objektif olarak rasyonel davranmak son derece karmaşık problemlerin çözümünü gerektirmektedir. Simon tarafından öne sürülen “sınırlı rasyonellik” (bounded rationality) kavramında ise, karmaşık problemlerin formüle edilmesi ve çözülmesinde insanoğlunun zihni kapasitesinin sınırlı kaldığı vurgulanmaktadır. Esasen rasyonalite kuramına karşın Simon tarafından geliştirilen “tatminler kuramı”, Sigmund Freud’un 1911 yılında yazdığı “Zihinsel İşleyişin İki İlkesi Üzerine Formülasyonlar” isimli makalesinde belirttiği “gerçeklik ilkesi” ve “haz ilkesinin” iktisat alanındaki uygulamasıdır (Önder, 2004: 56).
5.3. DAVRANIŞSAL İKTİSATIN GELİŞİMİ : YENİ DAVRANIŞSAL İKTİSAT
İktisatta yaşanan bu gelişmelere karşın psikolojide de bazı yeni gelişmeler yaşanmış, Freud ile iç gözleme dayanan psikoloji yerine, John B. Watson (1878‐1958) ile dış gözleme dayanan davranışsal psikoloji gündeme gelmiştir. Watson bilimsel olabilmek için psikolojinin gözlenebilir ve ölçülebilir davranışları konu edinmesi gerektiğini belirtmiştir. Edward Lee Thorndike (1874‐1949), Edwin Ray Guthrie (1886‐1959), Clark Leonard Hull (1884‐1952) ve B.F. Skinner (1904‐1990) başlıca davranışçı psikologlardır. Davranışsal psikolojiye bağlı olarak gelişen bilişsel psikoloji15 çerçevesinde ise Ward Edwards, Duncan Luce, Amos Tversky ve Daniel Kahneman gibi psikologlar, psikolojik modellerinde karşılaştırma ölçütü (benchmark) olarak ekonomik modelleri kullanmaya başlamışlardır (Camerer ve Loewenstein, 2004: 6).
1970’lerde bilişsel psikologlar yargı (judgement) ve ekonomik karar verme konusunda çalışmaya başlamışlar, eski davranışsal iktisatçı Simon’un önerdiğinden farklı yaklaşımlarla, çalışmalarında beklenen‐fayda maksimizasyonunu ve Bayesyen olasılık yargısını temel nokta olarak alarak, bu temel noktadan sapmaları bilişsel mekanizmalarla teorileştirmişlerdir (Camerer, 1999b: 1). Bu çalışmalar birçok iktisatçının ve psikologun dikkatini çekerek, daha sonra ikinci nesil davranışsal iktisatçılar (ikinci dalga) veya yeni davranışsal iktisatçılar olarak adlandırılacak oluşumu meydana getirmiştir (Sent, 2004; Angner ve Loewenstein, 2006; Rabin, 2002; Camerer, 1999b). Rabin’e (2002) göre, yeni davranışsal iktisatçılar geleneksel iktisadın yöntemleriyle daha fazla deneysel alternatiflerle bireysel karar almanın basit iktisadi modelini geliştirmeye çalışmışlardır. Böylece psikolojiden yöntem ve fikirlerin katılımı ile iktisadı analiz eden davranışsal iktisat sayesinde “Pareto’cu dönüşüme” karşı devrim yapılmıştır (Bruni ve Suden, 2007). Diğer önemli bir gelişme de 1970’lerde Charles Plott, Vernon Smith gibi iktisatçılarla başlayan deneysel iktisadın, hem davranışsal iktisada, hem de iktisat teorisinin gelişmesine önemli katkı sağlamasıdır (Galeotti ve Karakostas, 2010: 5).
5.4. İKTİSAT VE PSİKOLOJİ ORTAKLIĞININ KAVRAMSAL BOYUTU
Literatürde iktisat ve psikoloji disiplinlerinin birlikteliği 1881’e kadar geri gitmesine karşın, bu ilişki son 30 yılda hızla büyümüştür. Bununla birlikte ne zaman iktisat ve psikoloji ilişkisi ile ilgilenilse, uygun bir sıfat bulma veya uygun bir tanım yapma konusu gündeme gelmektedir. “Ekonomik psikoloji” mi (economic psychology) yoksa “psikolojik ekonomi” mi (psychological economics) denilmelidir? Uluslararası Ekonomik Psikoloji Araştırmaları Birliği (IAREP‐International Association for Research in Economic Psychology) ilk kombinasyonu, yani “ekonomik psikoloji” kavramını seçmiştir (Earl, 2005: 910). Ekonomik psikoloji için IAREP, “bir disiplin olarak ekonomik psikoloji, tüketim ve diğer ekonomik davranışları içeren psikolojik mekanizmalar ve süreçlerle çalışmaktadır. Ekonomik psikoloji tercihler, seçişler, kararlar ve bunu etkileyen faktörler, aynı zamanda ihtiyaçların tatminiyle ilgili karar ve seçimlerle uğraşmaktadır” tanımında hem fikirdir (Otto, 2009: 16). Bununla birlikte, pratikte ekonomik psikoloji veya psikolojik ekonomi olarak her iki kombinasyon da kullanılmaktadır. Çünkü bu birleşik kelimeleri psikologlarla iktisatçılar kendi dallarından yaklaşarak tanımlamaktadırlar (Earl, 2005: 910). Gary S.Becker gibi geleneksel iktisatçılar “ekonomik psikoloji” dendiği zaman intihar, uyuşturucu bağımlılığı, insan ilişkileri, güven, anti‐sosyal davranışlar gibi ana konuların psikolojiden geldiğini ve bunların sadece kısıtlı optimizasyon ya da oyun teorisi gibi modellenip çözüleceğini ileri sürmektedir. Psikologlara göre “ekonomik psikoloji”, davranışsal psikoloji deneylerindeki insan ve hayvan tepkilerinin anlaşılmasında veya çocukların davranışlarını değiştirmek için teşvik sistemi oluşturulmasında iktisatçıların kavramlarının uygulanmasıdır. Birleşimin tersi yani “psikolojik ekonomi” ise sıklıkla “davranışsal iktisat” anlamında kullanılmaktadır (Earl,2005: 911).
Buna karşın Otto ise (2009) tezinde “ekonomik psikoloji”nin ekonomik davranış çalışmalarıyla ilgi olduğunu belirtmiştir. Buna aynı zamanda iktisadi davranışın nedeni ve sonuçları da dahildir. İktisadi davranış, ekonomik karar içeren bütün davranışlardır. Bir anlamda birçok karar ekonomik karardır. Bu nedenle ekonomik psikoloji alanı geniş bir alandır. İktisadi davranış psikolojik araştırmalar için ilginç problemler sunmaktadır. Ekonomik psikoloji, seçilen ekonomik çevre kısıdı içinde insan davranışı ile çalışmaktadır. Bu kavram, davranışın (B), şahsi değişkenlerin (P) ve aynı zamanda çevresel ekonomik değişkenlerin (E) bir fonksiyonu olduğunu gösteren B = F(P, E) şeklindeki Lewinyen21 fonksiyonuna dayanmaktadır. Ekonomik psikoloji ile ilgili psikolojinin diğer alanları; sosyal psikoloji, bilişsel (cognitive), deneysel ve kurumsal psikolojidir (Otto, 2009: 16).
5.5. ‘DAVRANIŞSAL İKTİSATA YAKLAŞIM : RASYONALİTEDE BİREYSELLİK HİPOTEZ, MATEMATİK KULLANIMI SAVUNMASI VE FAİZLER ÖRNEĞİ;
Birey’in irrasyonel olması iddia edilmekte ancak birey rasyoneldir. Bunun nedeni beynin olasılıkları hesaplayıp kısa sürede çıktı vermesidir.
Bununla birlikte bazı güdüler ve asimetrik bilgi olgularinın varlığı , varolan yapıya göre insanlarda bireyin irrasyonel olduğu kanısını uyandirabilir. Davranışsal iktisadın bir diğer hatası asimetrik bilgiyi psikolojik bir süreç olarak ele alması ve gudülerin Neo Klasik iktisat veyahutta Keynesyen ekonomi de ele alınmadığını iddia etmesidir. Asimetrik bilgi bir etki değil durumdur. Kişi bulunduğu durumda bazı olasılıkların farkında değildir. Bu neden ile kalan olasılıklar dan kombinasyon oluşturur. Problemler olarak ; ‘’Asian Disease Problem-Asya Hastalığı Problemi’ ve ‘’Küçük Sayılar Kuralı’’ ‘n inceleyeceğiz. Finansal Yatırımdan bahsedeceğiz.
Neo Klasikler fayda maksimizasyonu ve hedonizm ile insanların yaşama tarzlarını açıklamaya çalışmışlardır. Ancak baktığımızda zaten bu Freud ‘un haz prensibi ile de kabul görmüştür 20.yy da. J.M.Keynes , benimde açıkladığım bir durum olan insanüstü insandan bahsetmiştrir (insanın yeteneklerini bir amaç uğruna kullanmaktan elde ettiği zevk.) (Bknz David Ricardo, 19. Yy Sosyalist Fabrikatörleri) Matematik bir dilidir ve her şeyi açıklayabilir. Peki neden iktisatta belirli metotları kullanıllıyor ve Davranışsal iktisat matematik ‘e karşı çıkıyor? Matematik sosyal bilimlerde aşırı olan baskalasma yani bağımsız fonksiyonları tek bir çatı da buluşturmaya çalışıyor bunu ceteris paribus gibi düşünebiliriz. Ancak daha önceden yazdığım Adam Smith ‘e eleştiri ve kaos adlı teorimde de bahsettiğim gibi konu her zaman mikro ekonomi değil. Ulusların da çıkarları söz konusu (ulusların çikarları refahı doğurur yaklaşımı.) bu neden ile matematiksel yöntem ile çoğunluğun girdi -reaksiyon- çıktı sonucundaki sonuç kabul görüyor. Ancak matematiğin hazırlık gibi psikolojik bir kavramı oldukça başarılı açıkladığını görmekteyiz. (Bknz. Marjinalizm.) Rasyonalite de bireysellik teorim ise H.Simon ‘un 1955 yılında yayınlanan “A Behavioral Model of Rational Choice” ile benzerlik gösteriyor. Rasyonellik genel bir olgu değildir. Kişinin bakış açısı veyahutta bulunduğu konum ile değişiklik gösterir. Peki Davranışsal iktisattan ayrıldığım konu nedir? Davranışsal iktisat bunu irrasyonalite olarak tanımlıyor. Ancak gerek maliyet minimizasyonu gerek , fayda maksimizasyonu ile her daim rasyoneldir. Baktığımızda Adam Smith bundan 1759 yılında yayınladığı “The Theory of Moral Sentiments” adlı eserinde bahsediyor. Bunun ile birlikte “Sempati”den de bahsediyor. Bunların kaynağı olarakta ben merkezciliği sunuyor.
Problemlere geçelim. Asya Hastalığı Problemi şu şekilde;
-Amerika’da, Asya’ya özgü, bilinmeyen ve salgın bir hastalık baş gösterdiği varsayılıyor ve 600 kişinin öleceği tahmin edilen bu hastalıkla mücadelede iki öneri sunuluyor. A Programı uygulandığı takdirde, 200 kişi hayatta kalacak. B Programı, uygulandığı takdirde ise, 1/3 ihtimalle 600 kişi kurtarılabilecekken, 2/3 ihtimalle kimse kurtarılamayacak.
152 öğrencinin yanıtladığı araştırmada, riskten kaçınan %72’lik çoğunluğun, A programını tercih ettiği, kesinlik ve ‘hayatta kalma’ ifadesinin pozitif etkisiyle A programının daha çekici olduğu gözlenmiştir. Çalışmaya, ikinci problemin kurgusuyla şöyle devam edilmektedir;
Bu kez başka bir gruba, yine iki öneri sunuluyor fakat içeriği farklılaştırılıyor.
-C programı uygulandığı takdirde, 400 kişinin öleceği, D programı uygulandığı takdirde ise, 1/3 ihtimalle kimsenin ölmeyeceği, 2/3 ihtimalle ise, 600 kişinin öleceği belirtilmiştir. 155 öğrencinin cevapladığı ikinci problemde ise, %22 azınlık C programını tercih ederken, %78 çoğunluk D programını tercih etmiştir. İki problemin farkı ise ‘‘çerçeve etkisi’’ olarak adlandırılan, bütünsel algıya dayanan ve tutarlılıktan sapmaya sebep olan problemin sunuluş şeklinden gelmektedir.
Ancak algısal farklılaşma kişi de yalnızca karar değişikliğine neden olmaktadır. Kişinin verdiği kararın doğruluğu ya da yanlışlığı sorgulanıyorsa bu Davranışsal Iktisadın kendi disipline ile çeliştiği anlamına gelir. Iktisatta Bayesyen Yargılama kanısı bireye özgü bir sey degil buna katılmaktayım. Ancak beynin verdiği çıktıların temel çıkış noktasında haklilıkları var. Problemi ele alalım gerek yaşama gerek ölüm algısı kararları veriliyor. Peki kararların orantısı nedir ? “Hayatta Kalmaları” Bunu neden veriyorlar kendi benliklerinde etiğe ulaşıp kendilerine saygı (özsaygı) ve diğer bireylerden sempati kazandırıyorlar. Bu da fayda maksimizasyonudur. Peki iktisat neyi yanlış yapıyor? Iktisat insan beynini (oldukça komplike olan bir yapıyı) bir hesap makinesi gibi açıklıyor.
Diğer problem ;
Temsil edilebilirliğe bağlı olan ‘’küçük sayılar kuralı’’, sürece etken olan bilişsel durumlardan biridir. Az sayıda örnekle, büyük çoğunluk temsil edilerek hatalı tahmin yürütülür. Popülâsyona ilişkin, iki tesadüfî örneğin dikkate alınarak, bunların birbirine benziyor olması, popülâsyonun geneline ilişkin fikir yürütülmesi için yeterli görülebilir ve popülâsyonun tamamını bu iki örneğin temsil edebileceğine inanılarak yanlış karar verilir.(Kahneman ve Tversky, 1971:1)
Bireyin burda ki yanılamasının temel nedeni özgüvene bağlı düşünce aksaklığı. Bir düşünce baska bir düşünce ile durduruluyor olarak kabul edelim. (Filler düşünülmesi istenilirse fillerin düşünülmesinin düşünülmesi istendiği düşünülür) Bu neden ile birey özgüven ile düşünceyi tıkamakta , gelin bunu finansal piyasalar analizinde inceleyelim.
Finansal Piyasalar ve Yatırımcı Psikolojisi hakkında bir kaç teorem ;
Tecrübe Edinme ve Uyum Sağlama ;
Piyasaya ilk giren bireylerin yaşadığı bu durum bireylerin olayları analiz etme başlığı altında piyasayı algılama çabasıdır. Birey her zaman ki gibi faydacıdır. Normal ilkeye ters olarak yapılan yatırım güdüyle desteklendiğinden gelecek ”hiperbolik indirgeme” teorisindeki gibi algilanamamkta fayda kisa vadeli olsun istenilmektedir.
Hiperbolik indirgeme, 1930’lu yıllarda Paul Samuelson tarafında ortaya atılan indirgenmiş fayda yaklaşımının eksiklerini ve bunun yanında, yapılan gözlem ve deneylerle yanlışlanması üzerine, David Hume’un ardından, önce George Loewenstein ve Richard Thaler (1989) ve ardından yine Loewenstein ve Drazen Prelec tarafından, beklenti teorisine paralel olarak geliştirilmiştir. Riske duyarsızlık ve maksimizasyon anlayışı temelinde kurulmuş olan indirgenmiş faydaya göre, zamanlar arası tercihlerde, doğrusal ve durağan olan belirli ve kesin bir indirgemenin olduğu varsayılmış; elde edilecek çıktıların, zaman içindeki durumları değil, şimdiye göre ne kadar uzaklıkta olduklarına odaklanarak tercih edildiği öne sürülmüştür
Piyasa , Düşünsel Aksama ve Psikolojik Konumlanma
Düşünsel Aksamadan yukarıda bahsettik. Birey yatırım sırasında düşüncelerinin analitikligini engelleyen özgüven ve inanca sahiptir. Psikolojik Konumlanma genellikle spekülatörler ile oyuncular arasında geçer. Oyun teorisinin yapısına benzeyen bu durum da birey faydasını maksimize etmek isterken aslinda maliyetini maksimize eder. Genellikle riskli yatırımlarda olur. Temel sebebi bir sepet oluşturulmaması ve optimizasyon yerine çıkar aranması , riske duyarsızlıktır.
İktisadın var olan yaklaşımı oldukça psikoloji ile yakındır. Davranışsal İktisadın eleştirdiği yapılarda elbette bireysel olarak haklılık vardır ancak ulusların çıkarı ve milli refahı sağlamak için iktisat tümevarım yaklaşımına gitmiş bazı kitleleri ihmal etmek zorunda kalmıştır. Matematik ile oldukça doğru analizler yapılmaktadır ancak Ceteris Paribus gibi ihmal edilen olasılıklar saf dışı bırakılmıştır. Ancak matematiğin bu alanları irdelemeyeceği anlamı taşımamaktadır.
5.6. FAİZLER ÖRNEĞİ ; BELİRSİZLİK , PSİKOLOJİK ETMENLERE MATEMATİK KULLANIMI UYGULAMASI
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bireylerin ve onların oluşturduğu toplumların eylemlerinde rastgelelik yoktur. Bu nedendendir ki iktisadi ajanların tahmin edilebilirliğe sahiptir.
Faizler Örneğine geçecek olursak ;
Faizlerin yükseldiği bir ortamda bireyler psikolojik olarak tüm yapılabilecek eylemeleri zihinlerinde sıralayacak ve doğal anksiyete sonucu kendi için (bknz. Rasyonalitede Bireysellik Teorisi) en doğruya karar verecek. Bu toplumdaki her bireyin aynı karara varması değildir. Ancak matematikte burada değer kazanmaktadır. Çünkü matematik varolan toplumda bireyleri yüzdelik dilimlerine göre bir ayrıma tabi tutar ve sonuç olarak toplumun hareketini adeta ; ‘Genelleştirici’ bir etki ile ortaya çıkarır.
6. 2008 KRİZİ SONRASI PARA POLİTİKASINA TERCİHEN MALİYE POLİTİKASI GENEL TEORİ ANALİZİ
2007 ‘de ABD emlak piyasasında başlayan ve ardından 2008 yılının Eylül’ünde ortaya çıkan bir çok bankasının iflasına neden olan 2008 Krizi ilk olarak ABD’nin morgage kredilerine bağlı yerel bir kriz sanıldı ancak yakın zamanda dünyaca yayılmış bir finansal kriz olduğu anlaşıldı.
Finansal ekonomideki bu kriz yakın zaman da reel sektöre de sıçradı dünyanın bir çok yerinde ekonomik durgunluk ve daralma görüldü. Ülkeler çözüm adına ihracatı denese de maalesef böyle bir durgunluk döneminde bu çözüm işe yaramamıştır.
Böyle bir ortamda durumu en iyi çözebilecek yöntem olarak ‘maliye politikası’ görüldü. Nedeni ise düşen talebi arttırabilecek olması idi. Başta sanayi ülkeleri olmak üzere bir çok ülke genişletici maliye politikası uygulamaya başlamış , IMF dünya ekonomisini maliye politikası uygulamaya çağırdı , 2009 Nisanın’da toplanan G-20 Zirvesinde ülkeler ekonomik büyüme için genişletici maliye politikasına karar kıldılar.
Maliye politikasının krizlere karşı etkili bir iktisat politikası olduğuna dair
inancın, 1960’lardan sonra belki de ilk defa bu derece arttığı söylenebilir. Keynes’in
1929 Büyük Bunalımına çözüm olarak önerdiği zamandan beri önemi devamlı artan
iradi maliye politikası, 1950-1960’lı yıllarda altın dönemini yaşamıştır. Buna karşın,
1970’li yıllarda yeni klasik iktisadın eleştirileri ile başlayan bir gerileme döneminin
varlığından söz edilebilir. Barro (1974), Ricardocu denklik teoremi adı verilen
yaklaşımla, kamu borcunun gelecekte ödenmesi gerekliliği nedeniyle, ileriye bakan
tüketicilerin yüksek vergi beklentileriyle uyumlu olarak genişletici maliye
politikasını özel tasarruflarını artırarak etkisiz kılabileceklerini ileri sürmüştür.
Kydland ve Prescott (1977) ise, dinamik zaman tutarsızlığı nedeniyle iradi
politikaların çok ciddi kısıtlara sahip olduğunu göstermişlerdir. İradi maliye
politikasının kısıtları ve etkisizliği üzerindeki akademik tartışmalar, uygulamada da çoğu ülkenin devamlı bozulan mali dengelere sahip olması gerçeğiyle birleşince, dikkatler politik etkilerin azaltıldığı, kurallara dayalı bir maliye politikası çerçevesinin oluşturulmasına doğru kaymıştır. 1 Ocak 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşmasının bu yaklaşımın en ciddi uygulaması olduğu söylenebilir.
Maastricht Anlaşmasına uyumla birlikte,
(i) kamu açığı/GSYİH oranının % 3’ü,
(ii) kamu borcu/GSYİH oranının % 60’ı geçmemesi mali hedefleri tüm AB üye
ülkeleri için bağlayıcı hale getirilmiştir.
Bugünkü kriz ortamında ise, yukarıda belirtildiği üzere, iradi maliye politikası yeniden çözüm olarak sunulmaktadır. Diğer bir deyişle, iktisatçılar ve uygulayıcılar Keynes’in krize karşı genişletici maliye politikası fikrini tekrar kurtarıcı olarak görmektedirler. Bu çalışma, Keynes’in 1936’da yayınlanan “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabına geri dönmekte ve doğrudan Keynes’in kriz olgusuna bakışını gözden geçirmektedir. Bu gözden geçirmenin yapılmasının temel nedeni, Keynes’in kapitalist tarihin yaşadığı en etkili kriz olan 1929 Büyük Bunalımının nedenleri ve yayılım mekanizması hakkındaki düşüncelerinin incelenmesinin, hem içinde bulunduğumuz krizi hem de bu krize çözüm olarak önerilen maliye politikası hakkındaki anlayışımızı geliştirmeye yardım edeceğinin düşünülmesidir. Çalışmanın takip eden bölümünde Keynes’in krize bakışı, Keynes’de Krizin Nedeni ve Keynes’de Krizin Ekonomiye Yayılımı başlıkları altında incelenmekte; üçüncü bölümde, Küresel Kriz ve Maliye Politikasının Artan Önemi üzerinde durulmaktadır. Çalışmanın son bölümünde, çalışmadan elde edilen sonuçlar değerlendirilmektedir.
Keynes’de Krizin Nedeni
Keynes Genel Teoride (1936: 313) “önceki bölümlerde, herhangi bir zamanda, istihdam seviyesini nelerin belirlediğini gösterdiğimizi iddia ettiğimize göre, bunu takiben, eğer haklıysak, teorimizin ticari çevrimler olgusunu da açıklığa kavuşturabilmesi gerekir” diyerek; oluşturduğu teoriyi dalgalanmaları açıklamak için kullanmıştır.
çıklanması için kullanmıştır.
Keynes (1936: 313–4), analizine döngüsel hareketi açıklayarak başlamaktadır.
Döngüsel hareketten kastedilen, işleyen bir sistemdir. Sistemi yukarı yönde çeken güçler, zirvedeki toplanmadan sonra bu sefer ters yönde işlemeye başlarlar. Ters yönde işleme bu güçlerin yavaş yavaş etkilerini kaybedip, tekrardan sistemi yukarı yönlü harekete geçirebilme kabiliyetine sahip oldukları belli bir noktaya kadar devam eder. Ayrıca Keynes, yukarı ve aşağı yöne hareketlerin zaman içinde ortaya çıkma sırası ve süresinde de bazı belirgin düzenlilik derecelerinin bulunduğunu ve bu noktanın “ticari çevrim” tanımlamasının önemli bir özelliği olduğunu belirtmektedir. Kriz ise, ticari çevrimde açığa çıkan bir olgudur. Keynes krizi, “yukarı doğru yönelen bir hareketin yerini aşağı yönlü bir harekete bırakması eğiliminin sıklıkla ani ve şiddetli bir tarzda ortaya çıkması gerçeği” olarak tanımlamaktadır.
Keynes’in krizle ilgili yaklaşımı bazı çıkarımları da beraberinde getirmektedir:
• Keynes’de ticari çevrimler ve krizler sistemin kendi içsel unsurlarının bir sonucudur.
• O halde sistem kusurludur ve yeni bir “Genel Teori”ye ihtiyaç vardır.
• Sistemi yukarı ve aşağı çeken güçleri anlamak, krizlerin süresi ve şiddeti açısından önemlidir.
• Krizler, ekonomik koşullardaki ani ve şiddetli değişimler anlamına geldiğinden, analizlerde beklentiler çok önemli bir yere sahiptir.
Keynes (1936: 313), iktisadi dalgalanmanın temel nedenleri olarak;
(i) tüketim eğilimindeki,
(ii) likidite tercihindeki ve
(iii) sermayenin marjinal etkinliğindeki dalgalanmaları göstermektedir.
Diğer bir ifadeyle, bu üç bileşen Keynes’in bahsettiği sistemi yukarı ve aşağı çeken güçleri oluşturmaktadır. Bununla birlikte Keynes’e göre ticari çevrimlerin başlıca ayırt edici nitelikleri, çevrim kelimesinin gerektirdiği süre ve dalgalanmaların dönemsellik özellikleri dikkate alındığında; sermayenin marjinal etkinliğinde meydana gelen dalgalanmaların incelenmesi üzerine yoğunlaşılması gerekmektedir.
Sermayenin marjinal etkinliği kavramını incelemeden önce, iktisadi dalgalanmanın diğer iki nedeni olan tüketim eğilimi ve likidite tercihi kavramlarına göz atmakta fayda vardır. Keynes Genel Teoride (1936: 89), tüketim eğilimini etkileyen faktörleri iki gruba ayırmaktadır: objektif ve sübjektif faktörler.
Objektif faktörler:
1. Ücret birimindeki değişmeler,
2. Gelir ve net gelir arasındaki farktaki değişmeler,
3. Net gelirle istikrarlı bir ilişki içerisinde bulunmayan sermaye değerindeki değişmeler,
4. Zaman iskonto oranındaki, yani bugünkü mallarla gelecekteki mallar arasındaki mübadele oranındaki değişmeler,
5. Maliye politikasındaki değişmeler,
6. Bugünkü ve gelecekteki gelir seviyesi arasında beklenen ilişkideki değişmelerdir.
Sübjektif faktörler ise; zevk ve tercihler, moda, cömertlik, gösteriş, risklere karşı rezerv oluşturma ve miras bırakma isteği gibi psikolojik faktörlerle ilgilidir. Keynes, tüketim eğilimini etkileyen faktörleri bu şekilde belirttikten sonra marjinal tüketim eğilimi kavramına ulaşır ve marjinal tüketim eğilimini dCw/dYw şeklinde tüketimin milli gelire türevi biçiminde gösterir. Marjinal tüketim eğilimi, milli gelirdeki bir birimlik artışın ne kadarının tüketime gittiğini göstermektedir. Keynes, marjinal tüketim eğilimiyle çarpan ilişkisini incelemekte fakat yukarda belirtilen nedenlerden ötürü iktisadi dalgalanmanın temel açıklayıcısı olarak , sermayenin marjinal şöyle açıklamaktadır (1936: 95): “Aynı zamanda kamu borçlarının azaltılmasıiçin hükümetçe oluşturulan ve klasik vergilerle finanse edilen fonların toplam tüketim eğilimi üzerindeki etkisinin de dikkate alınması gerekir. Bunlar kurumsal tasarrufların bir türü olduğundan, büyük ölçekli bir kamu borcunu azaltma politikası, belirli şartlar altında, tüketim eğilimini azaltıcı bir faktör olarak değerlendirilmelidir.
Bu nedenle kamunun borç alma politikasından aksi istikametteki bir borç ödeme politikasına dönüşü (veya zıddı), efektif talepte ciddi bir daralmaya (veya belirgin bir genişlemeye) yol açma potansiyeli taşır”.
İktisadi dalgalanmanın ikinci belirleyicisi olan, likidite tercihi daha çok para politikası ile ilgilidir. Keynes’de likidite tercihi üç ayrı güdüye bağlıdır (1936: 170):
(i) işlem güdüsü: kişisel ve işle ilgili değiş-tokuşun yapılması amacıyla ihtiyaç duyulan paradır.
(ii) ihtiyat güdüsü: gelecekteki güvenliğin sağlanması amacıyla talep edilen paradır.
(iii) spekülasyon güdüsü: ileride piyasanın getirebileceği daha iyi bir kar beklentisiyle talep edilen paradır.
Keynes (1936: 199), para talebini üç ayrı güdü ile açıkladıktan sonra, işlem ve ihtiyat güdüsüyle olan para talebini, M1; spekülasyon güdüsüyle belirlenen para talebini ise M2 ile simgeler. Bu durumda, L1 ve L2 olmak üzere iki likidite fonksiyonuna sahip olunmaktadır. L1 ağırlıklı olarak gelir seviyesine (Y) bağlı olmakta; buna karşın L2 cari faiz oranı (r) ile beklentilerin durumuna bağlı olmaktadır. Bu durum aşağıdaki gibi belirtilebilir;
M = M1 + M2 = L1(Y) + L2(r)
Yukarıda kısaca bahsedilen likidite tercihi teorisinden yola çıkan Keynes (1936: 172), para arzındaki büyük bir artışın dahi, faiz oranı üzerinde göreceli olarak küçük bir etki yaratabileceğine dikkat çekmektedir. Para arzındaki büyük ölçekli bir artış gelecek hakkında öyle büyük bir belirsizlik yaratabilir ki ihtiyat güdüsüyle para talebi artabilir, bu arada cari faiz oranının geleceği hakkındaki kanı toplumca öylesine paylaşılabilir ki cari faiz oranlarındaki küçük bir değişme nakit paraya yönelik kitlesel bir hareket başlatabilir. İlginç bir şekilde, para arzındaki değişimlere karşı sistemin istikrarlılığı ve duyarlılığı, belirsizliğin ne olduğu ile ilgili fikirlerin varlığına oldukça bağlı durumdadır. Sistem için en iyisi, geleceği bilmektir. Böyle bir durumun yokluğunda , yine de para arzındaki değişimle ekonomik sistemin faaliyetlerini kontrol etmek isteniyorsa, sistemin geleceği ile ilgili fikirlerin birbiriyle farklı olmasının gerekliliğine dikkat etmek gerekir. Keynes, örnek olarak ABD ve İngiltere’yi vermektedir. ABD’de sistemin geleceği ile ilgili herkes aynı zamanda aynı kanıda bulunduğu için , para arzıyla ekonomik faaliyetleri kontrol etmek, nispeten farklılaşan fikirlere sahip olan İngiltere ekonomisine göre daha müşkül olacaktır. etkinliğini kullanmaktadır.
6.1. KÜRESEL KRİZ VE MALİYE POLİTİKASININ ARTAN ÖNEMİ
Küresel Krizden çıkış yolu olarak maliye politikasının gerekliliği ile ilgili belki de ilk ciddi çağrıyı IMF yapmıştır. Spilimbergo, Symansky, Blanchard ve Cottarelli tarafından hazırlanan 29 Aralık 2008 tarihli “Fiscal Policy for the Crisis” isimli çalışmada yazarlar, ülkelerin toplam talebi desteklemek için kullandıkları iki geleneksel politikanın küresel kriz ortamında daha az etkin olduğunu belirtmektedirler. Bu politikalardan birincisi olan her ülkenin kendi başına hareket edeceği, ihracat öncülüğünde ekonomik iyileşme seçeneği, tüm dünyanın ekonomik yavaşlama yaşadığı ve tüm dünyanın dış ticaret hacminin gerilediği böyle bir dönemde çözüm olmaktan uzaktır. İkinci politika para politikasıdır. Fakat finansal krizlerin doğal yapısı, parasal aktarım mekanizmasını zayıflatmaktadır. Ayrıca birçok ülkede parasal genişleme zaten kullanılmış ve merkez bankalarının politikafaiz indirimleri açısından hareket alanları oldukça daralmıştır. Yazarlar (2008: 3) bu koşullarda IMF’in, küresel seviyede etkili bir mali tepki çağrısında bulunduğunu belirtmektedirler. Bununla birlikte bu mali tepkiyi verecek ülkeler, mümkün olduğunca mali genişlemenin mali finansman dengesini tehdit etmeyeceği ülkeler olmalıdır. Çalışma, bu tarz bir mali genişlemenin büyüklüğü ve ülkeler arasında dağılımından ziyade, uygulanacak bir maliye politikasının ne tür özelliklere sahip olması gerektiği üzerine odaklanmaktadır: “Küresel düzeyde uygulanacak mali genişleme; eylem için acil ihtiyaç olduğundan zamanında, talepteki düşüşün büyük olması nedeniyle büyük ölçekli, muhtemelen krizin uzun sürmesi beklendiğinden uzun soluklu, hangi tedbirin en etkin olacağı konusunda belirsizlik bulunduğundan çeşitlendirilmiş, gereğinde daha ileri adım atılacağını göstermek için birbirini izleyen, daralmanın ciddiyeti ve küresel karakteri veri olmak üzere mali alana sahip bütün ülkeler onu ortak olarak kullanacaklarından ortak ve kısa dönemde ters etkilerden ve uzun dönemde borç patlamasından kaçınmak için sürdürülebilir olma özelliklerini taşımalıdır. Burada temel sorun, zaman içinde birbiriyle çatışan hedefler arasındaki doğru dengeyi sağlamaktır”.
IMF’den Freedman ve Diğ. (2009b:2), finansal krize bağlı olarak ortaya çıkan güven kaybının toplam talepte şiddetli bir daralmayı beraberinde getirdiğini ve bu durumun küresel ekonomi üzerinde önemli bir deflasyonist etki doğurduğunu belirtmektedirler. Küresel kriz boyunca hükümetler ve merkez bankaları finansal kurumların likidite ve iflas problemlerine karşı birçok önlemi uygulamaya koymuşlardır. Bunun yanısıra merkez bankaları, toplam talebi desteklemek ve özel sektörün artan risk primini dengelemek için faiz oranlarını benzeri görülmemiş biçimde indirmişlerdir. Bu çabalara rağmen, kredi koşulları çok sıkı kalmış; birçok ülkede toplam talep ve istihdam gerilemiştir. Zayıflayan ülke ekonomilerinin diğer ülkeleri olumsuz etkilemesiyle birlikte, dünya ekonomisinin derin ve uzun süreli bir resesyona girebileceği yönündeki kaygılar artmıştır (bkz. IMF 2009a). Yazarlar, para politikası yoluyla ekstra bir genişlemenin yaratılması yönündeki faaliyet alanı daraldıkça, dikkatlerin maliye politikasına çevrildiğini belirtmektedirler. Nihayetinde 2009 Nisanında Londra’da gerçekleştirilen G–207 zirvesi ile ülke liderleri krizden çıkış için genişletici maliye politikası üzerinde anlaşmışlardır. Zirvede, IMF kaynaklarının 1.1 trilyon ABD doları artırılmasına karar verilmiş ve katılımcı ülkelerin toplam olarak 5 trilyon ABD doları civarında bir mali teşvik programı uygulamaları öngörülmüştür. Ayrıca kriz sonrası finansal sistemin sağlığının yeniden tesisi ve bunun sürdürülebilmesi için çeşitli önlemler alınması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bununla birlikte tartışma bitmiş değildir. Aksine yeni başladığı söylenebilir. Bundan sonraki süreç, maliye politikasının etkinliğinin sorgulanması olacaktır. Nitekim mali denge ve ekonomik faaliyetler arasındaki ilişki ile ilgili literatürde bir anlayış birliğinin bulunmadığı açıktır. Blanchard ve Perotti (2002), Romer ve Romer (2008) çalışmalarında ABD ekonomisi için GSYİH’nın % 1’ine denk gelen bir mali genişlemenin GSYİH üzerinde % 1’e yakın bir etkiye sahip olacağını, sonraki birkaç yıl içinde ise bu etkinin GSYİH’nın % 2-3’üne çıkacağını belirtmektedirler. Öte yandan, Perotti (2005) Avrupa ekonomileri için yaptığı çalışmada hükümet harcamalarının ve vergi indirimlerinin, GSYİH üzerinde çok zayıf bir etki yaptığını, özellikle özel sektör üzerinde çoğunlukla negatif bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Yatay kesit çalışmalarda ise genelde küçük mali çarpan değerlerine ulaşılmakta, kimi durumlarda ise mali çarpan değeri negatif işaretli bile olabilmektedir (bkz. Christiansen, 2008). Bununla birlikte, mali genişlemenin etkinliğini artırmanın bir yolu, yüksek marjinal tüketim eğilimine sahip düşük gelirli ve likidite kısıtına sahip tüketicileri hedeflemek olabilir.
Moody’s Economy.com, bu özellikleri dikkate almış ve mali genişlemenin nakit gıda yardımı veya işsizlik ödeneklerindeki artış ile gerçekleştirildiği bir makroekonometrik model kurmuştur. Bu durumda çarpanlar sırasıyla 1.73 ve 1.64 olmaktadır. Ek olarak, yerel yönetimlerin üzerlerindeki dengeli bütçe kurallarına dayalı kısıtlamaların gevşetilmesi de, etkin mali genişlemeyi sağlayabilecek ve hızlı bir üretim artışına yol açabilecektir. Nitekim bu tarz bir mali genişlemenin çarpan değeri 1.36 olacaktır (bkz. Spilimbergo ve Diğ., 2008:19).
Freedman ve Diğ. (2009b:16), para politikası ile desteklenmiş küresel bir mali genişleme durumunda, kamu yatırımı şeklinde harcanan her bir doların GSYİH’da yaklaşık 3 $’lık bir artışa neden olacağını, buna karşın belirli kesimleri hedef alan transfer ödemeleri için harcanan her bir doların yaklaşık 1 $’lık bir artışa yol açabileceğini belirtmektedirler. Özellikle mali hareket alanı sınırlı olan ülkeler için bu ayrım önemlidir. Belirli kesimleri hedef alan transfer ödemeleri, kolay ve hızlı uygulanmalarına karşın ekonomi canlanmaya geçerken yeterli desteği sağlayamayabilirler. Buna karşın kamu yatırım harcamaları, projeye olan bağımlılıkları nedeniyle daha uzun vadeli olabilmektedirler. Buna karşın, ekonomik zayıflığın 2010’a kadar süreceği tahmin edildiği tahmin ediliyordu, kamu yatırım harcamaları daha güçlü bir ekonomik büyüme sağlayabilir diye düşünülmekteydi.
7. EKONOMİK KRİZLER VE NÖROİKTİSAT İLİŞKİSİ VE FAİZLER ÖRNEĞİ
20. yüzyılın başına kadar ekonomi ve finans teorileri, kişilerin yatırım kararlarını verirken rasyonel davrandıklarını, tüm bilgiler ışığında doğru karar verdiklerini savunmuştur.
Bu durumda kişilerin, kendilerine maksimum getiri sağlayacağını düşündükleri menkul kıymetlere yatırım yaptıkları kabul edilmiştir. Ancak bu teorilerin tam anlamıyla gerçeği yansıtmadıkları psikoloji alanındaki gelişmelerin başlamasıyla görülmeye başlanmıştır. 20. yüzyıl sonlarına doğru, bilişsel psikolojinin gelişimi ile birlikte finansta yaşanan ancak rasyonel olarak açıklanamayan durumları anlamak için Davranışsal Finans ortaya çıkmıştır.
Davranışsal Finans; Psikoloji, sosyoloji, antropoloji bilimlerinden türetilmiş, insan davranışlarına dayanan kuramlardan yararlanarak finansal piyasaların davranışlarını anlamaya çalışır (Tufan, 2008: 22). Davranışsal Finans, kişilerin rasyonel olmadığını, yatırım kararı verirken maksimum getiriden ziyade duygularını kullanarak işlem yaptıklarını savunmaktadır.
Yatırımcıların sahip olduğu dört davranış biçiminin, onların rasyonel karar verme sürecinin dışına çıkmalarına neden olduğundan bahseder. Bunlar; Aşırı iyimserlik, aşırı güven, korku - kayıptan kaçma ve sürüye uyma davranışlarıdır. Aşırı iyimserlik, aşırı güven genellikle birlikte gözlemlenir ve kişilerin kendi yatırımlarına olması gerekenden fazla güvenmeleri ve bu sebeple riskleri düşük tahmin etmelerine neden olur. Sürüye uyma davranışı, kendi bilgi ve yeteneklerini kullanmak yerine diğer yatırımcıların yaptıklarını yapma durumudur. Bunun gibi davranışlar piyasalarda spekülatif balonların oluşmasına neden olmaktadır. Spekülatif balonlar, menkul değerlerin gerçek fiyatından sapma yaptığı ve yatırımcılarında, bu fiyatlardan işlem yaptığı duruma verilen isimdir. Balon patlamadığı sürece yatırımcılar spekülatif bir balonun içerisinde olduklarını fark etmezler. Balonun patlaması ise piyasalarda çeşitli alanlarda krizler meydana getirmektedir.
Dünya tarihinde ilk görülen spekülatif balon 1600’lı yıllarda yaşanan Lale Çılgınlığı balonudur. On altıncı yüzyılda Türkiye’ye gelen Viyanalı gezginler, gördükleri lale bahçelerinin güzelliğine hayran kalmışlar ve ülkelerine dönerken yanlarında lale soğanı götürmüşlerdir. Lale yetiştiriciliği bir çılgınlık haline gelerek Avrupa’yı etkisi altına almıştır.
Lale soğanları o kadar popüler hale gelmiştir ki, henüz yetişmemiş olanlar için bile sözleşmeler imzalanmaya başlanmıştır. Balonunun en üst seviyelerinde, bazı lale soğanı çeşitlerine sahip olmak için Amsterdam kanalında bir ev satın alabilecek miktarda ödeme yapmak gerekli olmuştur. 1637 yılında, lale çılgınlığı balonu patlamış ve lale soğanları sadece birkaç kuruş değerine düşmüştür. Lale çılgınlığını izleyen bir başka spekülatif balon, 1720’lerdeki Güney Denizi Balonu olmuştur. Bunu takiben 1929 yılı Büyük Buhranı, 2000 yılındaki Dot-Com Balonu ve son olarak 1930’lu yıllardaki Büyük Buhrandan sonraki en şiddetli kriz olan 2008 Küresel Finansal Krizini örnek gösterebiliriz.
7.1. NÖROEKONOMİ İLE FİNANSAL BALONLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ
Beyin, öğrenme ve diğer tüm zihinsel işlemlerin merkezidir. “Uyuyan dev” olarak da tanımlanan beyin, yaklaşık 100 milyar nörondan oluşur (Avcı ve Yağbasan 2008:3). Nöron , sinir sistemi içerisinde bulunur ve en önemli görevi diğer nöronlar ile bilgi transferini gerçekleştirmektir. İki nöron arasında bilgi transferini sağlayan beyin kimyasalı ise nöron taşıyıcılardır. Transfer, sinaps denen boşluktan, bir nörondan diğerine geçer ve bunları karşı taraftaki nöron taşıyıcıları alır (Peterson, 2012: 87). İki türlü nöron taşıyıcı vardır. Bunlar uyarıcı (excitatory) ve önleyici (inhibitory) nöronlardır. Beyin, nöron taşıyıcılar vasıtasıyla kalbe atmasını, ciğerlere nefes almasını, mideye sindirmesini emreder (http://neurogistics.com). Nöron taşıyıcı düzeylerinde herhangi bir değişim, duygusal değişimlere, huy değişikliklerine hatta depresyona neden olabilir. Beynin büyük bir bölümünde etkili olan nöron taşıyıcılar; Serotonin, dopamin, GABA (gamma-aminobutrik asit) ve asetilalkolindir.
Serotonin, önleyici bir nöron taşıyıcıdır. Başka bir deyişle beyni uyarmaz. Normal düzeyde seratonin stabil duygu durumu ve aşırı uyarıcı nöron taşıyıcıların dengelenmesi açısından çok önemlidir. Serotonin fazlalığı, anksiyeteye neden olurken azlığı, depresyona sebep olmaktadır (Peterson, 2012:89). Günümüzde depresyon tedavisi için kullanılan tüm ilaçlarda serotonin düzeyini arttırıcı maddeler bulunmaktadır. Dopamin; en önemli nöron taşıyıcı olarak düşünülebilir. Dopamin fazlalığı ya da azlığı odaklanma bozukluğu, unutkanlık, dikkat bozukluğu gibi problemlere neden olabilir. Dopamin ayrıca kişilerin bir işi yapma isteği ve hazzından da sorumludur. Bir amacın peşinden gidilmesini, isteğini ve motivasyonunu sağlamaktadır.
Nöron taşıyıcılarının yatırımcılar açısından önemi ise; Depresyon durumunda ödül sistemi, dopamin azlığından dolayı az çalışmakta buna bağlı güven eksikliğine ve sonuç olarak riskten kaçınma eğilimine neden olmaktadır. Serotonin fazlalığı ise anksiyeteye neden olmakta ve sonuçta yatırımcılar, finansal kararlarında önyargılı olabilmektedirler.
2000 yılında psikiyatrist Randolph Nesse bir makalesinde, seratonin arttırıcı ilaç kullanan hastalarından bazılarının: “Eskisi kadar ince eleyip sık dokumuyorum ve gerçek tehlikelerden çok az kaygılanıyorum.” dediğinden bahsetmektedir. Bu durum Nesse’in, yatırımcıların riski görmezden gelmesinin, antidepresan kullanımı ile ilgisinin olup olmadığını sorgulamasına neden olmuştur. Stanford Üniversitesi’nde profesör olan Brian Knutson’ın yapmış olduğu deneye göre; Antidepresan verilmiş deneklerin, tehdit algılarında azalma, sosyal davranışlarında artış gözlemlenmiştir. Sonuç olarak, bu özellikler “Aşırı boğa piyasası yatırımcılarının çoğalması ve aşırı iyimserliğin oluşmasını” sağlamaktadır. Bir başka deyişle piyasa balonlarının oluşumuna ön ayak olmaktadır.
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde (Caltech) nöroekonomi dalında çalışan ekonomi profesörü Alec Smith’e göre, sebebi ne olursa olsun birkaç insan bir araya gelip alım satım yapmaya başladıklarında, o piyasada balon oluşumu kaçınılmazdır (htpp://latimes.com).
Haziran 2014’te finansal balonların beyinde olan bir takım değişikliklerden kaynaklandığını açıklamak için deneysel piyasa balonu ortamları oluşturulmuş ve yatırımcıların davranışları gözlemlenmiştir.
Deneyde, 16 farklı deneysel balon ortamı oluşturulmuş ve fMRI (functional magnetic resonance imaging) ve kandaki oksijen seviyesini ölçmek için GLM (general linear method) kullanılarak farklı zamanlarda her deneyde ortalama 20 kişi olacak şekilde düzenleme yapılmıştır. Toplam 50 tur alım satım yapılması ve her deneğin elinde 100 birim risksiz varlık ve 6 birim riskli varlık bulunması sağlanmıştır. Deneklerin her turda sadece bir kere riskli varlığı kullanmalarına müsade edilmiştir. MRI sonuçlarına göre, beyindeki nükleus akkumbus bölümü hem alıma hem de satıma güçlü karşılık vermiştir. Nükleus akkumbus, motivasyonu ve bağımlılığı kontrol eder ve istediğimiz bir şey olduğunda dopamin ile yüklenir. Bu bölümdeki aktiflik arttıkça, fiyatların yükseldiği görülmüştür. Beyin aktivitelerinin ölçümü aynı zamanda balonun ne zaman patlayacağını da göstermiştir. GLM grafiklerinde, kandaki oksijen seviyeleri doruk noktasına ulaştıktan sonra hızlı bir düşüşe geçmiş aynı şekilde varlık fiyatları da düşüşe geçmiştir (Smith vd., 2014: 10503–10508).
Ancak her denekte aynı durum gözlenmemiştir. Bazıları fiyatların çok yüksek olduğunu anlayarak piyasadan çıkmış ve en yüksek getirileri elde etmiştir. Bu deneklerin MRI’larına bakıldığında, beyindeki interior insula denilen bölgenin aktif olduğu görülmüştür.
Bu bölge, kişilerin fiziksel rahatsızlıklarında uyarı görevi gören bölgedir. Örnek olarak çok doyduğumuzda midemizin doluluk hissini, ya da kalbimizin çok hızlı attığındaki rahatsızlık hissini verebiliriz. Araştırmalar sonucunda, bu bölgenin riske karşı da uyarı görevi gördüğü anlaşılmıştır (htpp://www.latimes.com). Bu noktada 2008 krizinde en yüksek getiriyi elde etmiş olan Nassim Taleb’i örnek vermek mümkündür.
Alec Smith, deney sonunda varılacak en önemli sonucunun, Warren Buffett’in “Herkes açgözlü iken sen kork herkes korkarken sen açgözlü ol” sözü olduğunu vurgulamıştır.
7.2. KÜRESEL KRİZLERİN DAVRANIŞSAL FİNANS AÇISINDAN İNCELENMESİ
Finansal krizleri; Rasyonel beklentiler, fayda fonksiyonunun maksimizasyonu ve bilgi şoklarına dayalı olarak açıklayan yerleşik iktisatın küresel finansal krizi öngörmede ve hatta krizin gerçekleşmiş bazı kısımlarını açıklamada yetersiz kalması, yerleşik iktisatın sorgulanmasına neden olmuştur (Bayar ve Kılıç, 2010:185). Bu yetersiz kalan alanlar, genellikle insan davranışlarının tahmininin güç hatta imkânsız olması ve öngörülememesidir.
Bu alana davranışsal finans müdahale edebilmektedir.
Davranışsal finansın temel söylemi, yatırımcılar rasyonel değildir ve yatırım kararlarını verirken sadece kar maksimizasyonu amacını gütmemekte, duygularıyla da hareket etmektedirler. Örneğin bir hisse senedine yatırım yapan yatırımcı, rasyonel seçenek hisseyi satmak olsa bile, bunu yapmayıp elinde tutmak isteyebilir, ya da yine rasyonel bir seçenek olmamasına rağmen, başka yatırımcılar bir hisse senedine yoğun ilgi gösteriyor diye aynı hisse senedine yatırım yapılabilir. Bunun gibi durumları geleneksel teoriler ile açıklamak yetersiz kalmaktadır.
Davranışsal finans, psikolojiye atıf yaparak ve insan aklının yapısına dikkat çekerek bireysel ve kurumsal yatırımcılar tarafından yapılan hataları ortaya çıkarmaktadır (Szyszka, 2010: 121). Davranışsal finans, finansal piyasaların çalışmasına ilişkin iki konu üzerinde durmaktadır. Bunlardan ilki, yatırımcı psikolojisinin geleneksel finansal analiz teorileri tarafından varsayıldığı şekilde rasyonel davranmaya, engel olabileceğidir. Diğeri ise yatırımcıların yanlış fiyatlanmış varlıklara arbitraj yapma yeteneklerinin sınırlanmasıdır (Bayar ve Kılıç, 2014:185). Önemli iki husus sebebiyle finansal krizlerin davranışsal açıdan incelenmesi gerekli olabilir.
Davranışsal finans yanında, nöroekonomi de finansal balonların nedenlerini açıklamaya çalışmaktadır. Bunun için beyin fonksiyonları ve insan davranışları arasındaki ilişkiyi inceleyerek bir sonuca ulaşmayı amaçlamaktadır. Daha kesin bir cevap bulunamasa bile yapılan çalışmalar doğru yol üzerinde olunduğunu göstermektedir. Bu çalışmalarda beynin iki fonksiyonu üzerinde durulmuştur. Bu fonksiyonlar limbik sistem içerisinde bulunan kayıptan kaçınma ve aşırı güven durumlarıdır. Aşırı güven durumunun bir finansal balonun oluşmasına, kayıptan kaçınma durumunun ise balonun sönmesine neden olduğu tartışılmaktadır. Bu durumda, hem nöroekonominin hem de davranışsal finansın üzerinde durduğu aşırı güven, kayıptan kaçınma ve korku başta olmak üzere sürü davranışı faktörleri üzerinden küresel krizlerin oluşmasını sağlayan finansal balonları açıklamak faydalı olabilir.
Aşırı Güven
Washington Post’un yaptığı kamuoyu yoklamasına göre, Amerikalıların yüzde 94’ü dürüstlükte kendisini “ortalamanın üstünde” gördüğünü söylemiş; yüzde 89’u sağduyulu olmak konusunda “ortalamanın üstünde”, yüzde 86’sı zeka açısından “ortalamanın üstünde”, yüzde 79’u da görünüş olarak “ortalamanın üstünde” olduğunu belirtmişlerdir. (Peterson,2012:159). Görüldüğü üzere insanlar birçok özelliklerinde ortalamanın üzerinde olduklarını söylemişlerdir. Böyle bir durum ne kadar doğru bir tartışma konusu olabilir? Özgüven belli bir seviyeye kadar olumlu bir özelliktir. Özgüven olmadan kişiler birçok işe kalkışmak istemez ve çekingen olurlar. Ancak bu özelliğin aşırıya kaçması, olumludan olumsuza doğru bir çizgiye neden olmaktadır.
Finansal piyasalarda da aşırı güven performansı ciddi bir biçimde olumsuz etkilemektedir. Yüksek düzeyde özgüven ve denetim yanılsaması, alım-satım deneylerine katılan deneklerde gözlenen performans düşüklüğü ile ilişkilendirilmiş bulunmaktadır. Yatırım yapılacak olan menkul değer ile ilgili aşırı bir özgüvenin olması o menkul değer hakkındaki haberlerin dikkate alınmamasına ve her hâlükârda yatırım yapılmasına neden olmaktadır. Aşırı güven sonucu yatırım kararı verilmesinin en önemli sonucu finansal balonların oluşumudur. 2008 krizini ele alırsak, yatırımcılar gayrimenkul fiyatlarının artması ile birlikte bu sektöre yatırım yapmaya başlamış ve ileride de fiyatların artacağı, hiç düşmeyeceği ve faiz oranların hep düşük kalacağı düşünceleri ile -aşırı bir öz güvene sahip olmuşlardır. Sonuç olarak, bu fiyatların yüksek seviyelerde seyretmesi yatırımcıları yıldırmamış alım işlemleri balon patlayıncaya kadar devam etmiştir. İyimserlik, sürekli daha yüksek getiri arayışı içerisinde yağma şeklinde kredi verilmesine ve etik davranışın çökmesine neden olmuştur (
Aşırı güvenin sonucunda kişiler riski önemsemeden yatırım yapmaktadırlar. 2008 krizinde gayrimenkul fiyatlarının yüksek seviyelere çıkması, yüksek riskin sinyalini vermiş olsa da kazanma duygusunun insan beyninde salgıladığı dopamin kimyasalı bu sinyallerin görülememesine neden olmuştur.
Kayıptan Kaçınma, Korku
Korku dürtüsü genel itibariyle sevilmeyen bir duygudur. Karanlıktan korkmak, yükseklikten korkmak genellikle kişilerin geçmişte yaşamış oldukları kötü olayların sonucu ortaya çıkmaktadır. Mesela karanlık bir ortamda kötü bir olay yaşayan ve korkan bir kişi daha sonra karanlık ortama girdiği her zaman olayı hatırlayarak korku dürtüsünü harekete geçirmektedir. Bu şekilde korku ile karanlık ilişkilendirilmiş olmaktadır. Emerson Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, kişilerin korku düzeylerini ölçmek için şok tekniği kullanılmış ve bu süre zarfında beyin dalgaları incelenmiştir. Bazı kişilerin şoklardan aşırı korktuğu ve işlemin bir an önce bitmesi için daha yüksek voltaja maruz kalmaya razı oldukları görülmüştür. Şoku bekleme döneminde çok korkanların beyinlerindeki acı devrelerinin çok daha fazla çalıştığı bu sebeple bu kişilerin acıyı zihinlerinde yaşadıkları ve onlara gerçekmiş algısını yarattığı görülmüştür.
Finansal piyasalar açısından korkuyu incelediğimizde Peter Lynch’in “Hisse senetlerinden para kazanmanın kilit unsuru, onlardan korkmamaktır” sözü önem arz etmektedir. Korku, çok ilkel bir dürtü olduğundan yatırım kararı verirken aklın ve mantığın devre dışı kalmasına ve yanlış seçimler yapılmasına neden olmaktadır. Yoğun korku kişilerde panik dalgaları oluşturmaktadır. Örneğin; Hisse senedine yatırım yapmış olan bir yatırımcı o hisse senedinin değerinin düştüğü haberini aldığında panikle karar vererek hemen hisse senedini elden çıkarmaya çalışır. Bir finansal balonun patlamasının en önemli etkilerinden bir tanesi bu korku ve panik durumudur. 2008 krizinde de gayrimenkul balonu, fiyatların düşüşe geçmesi ve bu düşüşten korkarak zarara girmek istemeyen yatırımcıların, ellerinde bulunan gayrimenkulleri satmaya başlamasıyla patlamıştır. Panik güdülü satışlar, fiyat düşüşlerindeki artışları yükseltmiş böylece küresel finansal krizin başlangıç evresinde korku, paniğe dönüşerek oluşturduğu düşüş sarmalı, varlıkların değer kaybını arttırmıştır (Bayar ve Kılıç, 2014:188).
Panik bir kere yaşandıktan sonra belli bir süre aynı işlem tekrarlanmaz ve unutulmaya çalışılır. Aynı durum küresel kriz içinde geçerli olmuştur. Spekülatif balon sönmeye başladıktan sonra, özellikle mortgage işlemine dayalı türev ürünlerinden hızla kaçış, söz konusu finansal ürünleri değersiz hale getirmiştir (Bayar ve Kılıç, 2014:189). (ALTINIRMAK, EYÜBOĞLU)
7.3. NÖROİKTASAT ÜZERİNE BİR HİPOTEZ : SEZGİ VE BEYİN ÖDÜL YOLU
Neuroeconomics” (Nöroekonomi) kavramı, ilk kez Prof. Kevin McCabe tarafından 1998’de George Mason University’de kullanmış, ve bunu takiben 1999’da, Paul Glimcher ve Michael Pratt umulan ödüllere bağlantılı olarak maymunların davranışı üzerinde yaptıkları nöroekonomik analizler içeren çalışmalarını yayımlamışlardır. Kaliforniya’daki Claremont Graduate University’deki Center for Neuroeconomics Studies direktörü Paul Zak’a göre, Nature” dergisi’nde yayınlanan bu çalışma, kıt kaynakların optimal tahsisi konulu bir anket olması sebebiyle neuroeconomics’in başlangıç noktasıdır.1990’lı yılların önde gelen Biyolojistlerinden Paul Zak, “davranışları oluşturan kara kutuyu açmıştık, ama incelemeye değer davranış arıyorduk. Bu arada ekonomiye ilgi duydum” şeklindeki beyanıyla nöroekonominin temellerinin disiplinler arası bütünleştirmeden ibaret olduğunu vurgulamıştır.
Sezgi ise felsefi kaynaklara göre; akıl yolu ile kavranamayacak gerçeklerin derin düşünme (tefekkür) konusunda değerlendirilir. Elbette bilmekteyiz ki alt bilincin bir eseri olan sezgi içinde bulunan vakaya tecrübenin adeta bir bilgisayar işlemi gibi cevap bulmasıdır. Sezgiyi yönlendirme ise iktisadi açıdan finans alanın da manipülatörler ve işletme alanın da reklamcılık çalışmaları ile sübliminal işlevlerle bilinçaltında yerine koyma uygulanıp sezgiyi engelleme düzenidir. Örneğin; bir Amerikan firması, kısa bir süre önce doğrudan doğruya tüketicinin beynine ulaşılma düşüncesiyle çalışılan ve "Brainbranding" olarak adlandırılan bir program başlatmıştır.Programın temelini, tüketicilerin marka seçimi yaparken oldukça sezgisel davrandıkları ve çok farklı etkenlerden etkilendikleri fikri oluşturmaktadır.
Bu düşüncenin Coca Cola firması tarafından uygulandığıda bilinmektedir.
Bu konuda yapılan bir deneyi ve ilginç sonuçlarını ortaya koymak yerinde olacaktır; ‘’Çekirdek spin tomografi tüpünde yatan deneye, hortumla, markaları söylenmeden, Pepsi ve Coca Cola içirildiğinde, denekler genelde ilk içtikleri gazozu daha çok beğenmişlerdir. Gerçekten de Cola'nın rakibi, nöronsal ödüllendirme merkezinde beş misli güçlü reaksiyon göstermektedir.
Fakat markalar açıklandığında, denekler Coca Cola'yı daha çok beğendiklerini söylemişlerdir. Ve tomografi ekranında bu sefer, kararın beğenilmesi ve insanın kendi görüntüsünün işlendiği medial prefrontal korteksin etkinleştiği görülmektedir.’’
Örnek araştırmadan anlaşılacağı üzere, aslında Pepsi marka colayı daha çok beğendiği beyinsel akım dalgalarıyla belirlenen denekler, marka isimlerini öğrenmeleri üzerine bilinç altlarına, çeşitli reklam, kampanya vb. uygulamalarla ‘’daha iyi marka’’ olarak yerleştirilmiş olan, coca cola markasını daha çok beğendiklerini ifade etmişlerdir. Ki bu kişiler, kola satın alacaklarında, gerçekte daha çok beğendikleri değil, daha çok beğenmeyi bekledikleri coca-cola markasını tercih edeceklerdir. Bunun yanında sezginin yalın bir konumda bu kadar doğru karar verirken , müdahele edilmesi halinde durumun yanlış bir sonuca vermesini irdelediğimde karşıma çıkan sonuç tamamı ile istatiksel bir tecrübenin prefrontal kortekste sonuç bulması ve tekrarı yüksek olasılıkların hesaplanması doğruya götürürken , bilinçaltına yollanan mesajlar veyahutta anlık problemler (stres , kaygı vb.) ile limbik sistemin müdahelesi sonucu istatiksel kullanımın yerini inançsal bir düşünsel alıyor. Bu durumu makro ekonomik bir çerçevede incelediğimizde biyokimyasalların (seratonin , dopamin vb.) değişimi sonucu oluşan depresif ruh hali ile sosyal bir problem olarak bölgesel yoksulluk ve işsizlik (özellikle gizli işsizlik) ve bunun yanında mikro ekonomik bir aktörün yansıması olan makro düzeyde işsizlik ve yoksulluktan doğan efektif talep eksikliği , irrasyonellikten doğan doğal olmayan talep (örneğin veblen etkisi.)
İnsan beyninin orta lobunun altında bulunan bir sistem teorime göre kapitalizme hayat veriyor. Bu yapının adı "Ödül Yolu". Peki nasıl işliyor? Birey bir kere aldığı bir haz da beynin bölümlerinden ; “amigdala” , “prefrontal korteks” , “hipokampüs” ve “beyin ödül yolu” etkilenir. Adeta bir daha tatmak ister.(bknz freud hazcılık prensibi , felsefe hedonizm.) Birey bir olaydan aldığı hazzı ödül yolu sayesinde hipokampüste kaydediyor. Birey mutsuz yaşantısı sırasında bilinçaltının anımsatması ile bu hazlara tekrar yöneliyor. Diğer yazılarda da açıkladığım gibi azalan marjinal fayda yasası gereği (bağımlılık durumları hariç, onda da var ancak farklı işliyor.) farklı bir eski hazza yöneliyor. Bu da kapitalizmin sürekli ayakta kalmasını sağlıyor. Çünkü birey beyninin emirleri gereği sürekli farklı hazlara yönelerek farklı kombinasyonlar oluşturuyor. Bu da tüketimi gereksinimlerden uzaklaştırıp isteğe dönüştürüyor. Kıt kaynak teorisi aslında bir yanılsama elbette kaynaklar sınırlı ama bireyin ihtiyaçları sınırsız değil. Ancak belirtmek gerekir ki bireyin hazzı kaydetmesi çağdaşlaşan dünya ile eski hazzı bırakamamaya neden olmakta. Ki bu durumda modern dünyanın getirisi olan her şey adeta bir zorunlulukmuşcasına algılanmakta ve bununla beraber ihtiyaçlar isteklere dönüşmekte. Ödül Yolu yapısının Kapitalizmin "Tüketim" tarafını beslendiğini öne sürmekteyim.
7.4. NÖROİKTİSAT VE FAİZLER İLİŞKİSİ
Bilişsel psikolojinin de bahsettiği gibi insan beyni bir tür bilgisayar gibi çalışır. Bu neden ile sezgi aslında geçmiş tecrübelerin bilinç dışı düşünce yolu ile geleceği tahmin etmede doğal anksiyete ile birlikte bir ürünüdür.
Faizler ile ilişkisi ise şu şekildedir ;
Para talebinin gidişatını etkileyen para arzı yapısındaki değişiklikler aslında bireylerin zihninde oluşan kaygı , heyecan , riske uyum sağlama gibi faktölerin bir bileşenidir. Bunun ile beraber yukarıda matematik kullanımı haklılığını açıklarken ki teorimizdeki gibi bireylerin ve doğal olarak oluşturdukları toplumların eylemleri ve hissiyatlarından rastgelelik yerine tahminsel olasılıklar görünür.
Örneğin bir toplumun sosyokültürel yapısı riske yatkın ise faizlerin durumunda oldukça etkilenecektir. Çabucak para talebi oluşturacak ve küçülme dönemlerinde krizi kendi içerisinde genişletecektir.
SONUÇ
Çalışmamızın sonucunda rasyonalitede bireysellik teorisinin haklılığı ortaya çıkmış insanların ‘Faydacılık Felsefesi’ gereği her daim rasyonel olduğu kanıtlanmıştır. Matematik kullanımı konusunda ise Matematiğin ‘Genelleştirici Etkisi’ vurgulanmış ve iktisatı pozitifleştirmek ve ulusların çıkarlarını sağlamak adı altında matematik kullanımı haklılılığı vurgulanmıştır. Reel Para Balansına Nominal Faiz Etkisi Teorisinde denkleme eklenen yeni enflasyon oranı artışı kadar nominal faizlerin artacağı ve sonucunda doğal olarak bireylerin vadeli mevduatlara yatırım yapacağından ve bu şekilde reel para balanslarından o denli artış olmayacağı ortaya çıkmıştır. Bireyin Faiz Esnekliği Teorisinde ise toplumsal bir çıkarım yapılmış ve pür kapital ülkelerde Friedman Model uygulanması gerekirken Adil Gelir Dağılımı olan ülkelerde Keynesyen Model uygulanması gerektiği ortaya atalmıştır. Dünya üzerinde ve dopal olarak iktisatta Rastgelelik hakim olmadığı için bazı varoluşların öngörülebileceği vurgulanmış ve ekonometri desteklenmiştir. Bilişsel psikolojiye dayanarak insanların tecrübeye dayalı sezgileri olduğu vurgulanmış ve toplumların sosyokültürel yapıları ile bağdaştırılarak toplumların ve bireylerin hareketleri açıklanmıştır. Bunun ile beraber kapitalizm de tüketimin de beynin ‘Ödül Yolu’ sisteminin büyü rolü olduğu iddia edilmiştir.
KAYNAKÇA
İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi
No:39 (Ekim 2008)
PARA POLİTİKALARININ BANKA KREDİ KANALI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Nejla ADANUR AKLAN* Mehmet NARGELEÇEKENLER**
SÜ İİBF Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi
CROWDING - OUT (DIŞLAMA) ETKİSİ: TÜRKİYE ÖRNEĞİ (1975-2000)
Doğan UYSAL* Mehmet MUCUK**
Marmara Üniversitesi İİBF DERGİSİ
Yıl 2006 CİLT XXI , SAYI 1
POST KEYNESYEN İKTİSAT VE BELİRSİZLİK
Yrd.Doç.Dr.SUAT YAVUZ Arş.Gör. ERKAN TOKUCU
Genel Teori, Küresel Krizler ve Yeniden Maliye Politikası
Ersan BOCUTOĞLU* Aykut EKİNCİ
Psikoloji ve İktisadın Birleşimi Olarak,Davranışsal İktisat
Rüya ESER
Davletkan TOIGONBAEVA
Yorumlar
Yorum Gönder